Aidiyetin gücü: anlam, liderlik ve birlikte var olmak

Tarih

Son zamanlarda çokça düşündüğüm bir konu “aidiyet”. Dünya kutuplaştıkça, sürekli bir tarafa savruldukça, muhtemelen herkes gibi, ben de bir tarafı seçmek, tepkisiz kalmamak üzere pozisyon alma ihtiyacı duyuyorum. Bu savrulma içerisinde, kendimizi nasıl tanımlıyoruz, kimlere, neye ve neden ait hissediyoruz?
Gelişimsel olarak baktığımızda, muhtemelen insanın bilişsel kapasitesi geliştiğinden beri bizi neyin oluşturduğunu, genetik kodlarla doğanın mı, yoksa içinde büyüdüğümüz ve yaşadığımız ortamın mı daha belirleyici olduğunu tartışa geliyoruz. Yapılan çalışmalarda öne sürülen yüzdeler değişse de, neticede bu iki etmenin katkısıyla şekilleniyoruz. Değerlerimiz, tercihlerimiz, doğru-yanlış kavramlarımız, hassasiyetlerimiz ve hayattaki duruşumuz yıllar içinde şekilleniyor, bazı zamanlarda ciddi değişim de gösteriyor. Yaşadığı ortamla temas halinde olan her canlı gibi, adaptasyon yeteneğimiz sayesinde, yeryüzünde var olmaya devam ediyoruz.
Dün akşam, bir süredir içinde olduğum, koçluk mentörlüğü vesilesi ile tanıştığım Boosters grubunun kuruluşunun 5. Yıldönümüydü. Toplantıdan eve gelirken, kendimi neden bu kadar iyi hissettiğimi düşündüm. Günümüz metropollerinde, her gün pek çok uyarana maruz kalırken, beyin kapasitemizin üzerinde bilgiyi işleyip depolarken otomatik pilotla yaşadığımız zamanlar çoğunlukta. Kendimi rahatlamış, dinginleşmiş ve düşüncelerime hakim olduğumu hissettiğim anlar nadir oluyor. Dönüş yolunda “olma halime” odaklandım. Zihnimi berraklaştıran, kendimi görülmüş ve duyulmuş hissettiren, yorgunluğuma rağmen dönüş yolunu hiç de umursamama neden olan faktör veya faktörler neler?
Yarattığımız anlam, varoluşumuzun şeklini belirliyor. Logoterapide Victor Frankl’ın belirttiği gibi, anlam yarattığımızda her işi yapabiliyor, her zorluğa dayanabiliyor, her süreci sonuna kadar götürebiliyoruz. Booster grubunun kurucuları sevgili Vicdan Merter ve Zeynep Berkol, beş yıllık çalışmalarından bahsederken en çok dikkatimi çeken de bu oldu. Hem kurucuların hem de gruba katılan herkesin yoğun iş temposu, ayrı dünyaları olmasına rağmen sürekliliği sağlayan yine bu anlamdı. Birbirine destek olmak, katkı sağlamak ve aynı yolda birlikte yürümenin gücünün anlamı. Dilerim, Boosters oluşumunun daha nice seneleri olsun.
Liderler olarak iş yerinde ekiplerimizle kurduğumuz ilişkide, çalışmalarımızda nasıl bir liderlik sergiliyoruz. Hedeflere koşarken gücümüzü nereden alıyoruz? Ekip motivasyonunu nasıl destekliyoruz? Anlam, işlerimizin neresinde yer alıyor?
Psikoloji literatüründe de aidiyetin insan yaşamındaki kritik rolü sıkça vurgulanır. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde fizyolojik ve güvenlik ihtiyaçlarının hemen ardından gelen “ait olma ve sevgi” basamağı, bireyin sağlıklı gelişimi için olmazsa olmaz görülür. Daha yakın dönem araştırmalarda, Baumeister ve Leary’nin (1995) geliştirdiği “belongingness hypothesis” bireyin psikolojik iyilik halinin, bir gruba bağlanma ve kabul görme deneyimleriyle doğrudan ilişkili olduğunu göstermiştir. Yani insan, yalnızca var olmakla değil, bir yere ve bir topluluğa “ait olmakla” güçlenir.
Aidiyet yalnızca kişisel huzurun değil, aynı zamanda iş hayatındaki performansın da belirleyicisidir. Gallup’un 2019 raporuna göre, kendini iş yerine bağlı hisseden çalışanların motivasyon ve verimliliği, diğerlerine kıyasla belirgin şekilde yüksektir. Liderlerin bu noktada oynadığı rol büyüktür: anlam ve aidiyet duygusunu pekiştiren liderlik, yalnızca hedeflere ulaşmayı değil, sürdürülebilir başarıyı da mümkün kılar.
Liderler olarak iş yerinde ekiplerimizle kurduğumuz ilişkide, çalışmalarımızda nasıl bir liderlik sergiliyoruz? Hedeflere koşarken gücümüzü nereden alıyoruz? Ekip motivasyonunu nasıl destekliyoruz? Anlam, tüm işlerimizin neresinde? Belki de gerçek liderlik, ekibin yalnızca iş sonuçlarına değil, aidiyet duygusuna da yatırım yapmakla başlıyor. Peki siz, kendinizi en çok nerede ve kimlerle “ait” hissediyorsunuz; ve bu aidiyet, liderlik tarzınızı nasıl şekillendiriyor?

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Sosyal Medyada Paylaş

Popüler Yazılar

Bunları da sevebilirsiniz
Bunları da sevebilirsiniz

En kötü ne olabilir ki?

Geçen hafta bir arkadaşımın “savunma yazısı” nedeniyle yaşadığı kaygı, beni insanların en kötü senaryolara odaklanma eğilmi üzerine düşündürdü. “En kötü ne olabilir ki?” sözü, çoğu zaman bizi korumak yerine potansiyelimizden uzaklaştıran bir düşünce kalıbına dönüşüyor. Oysa olumsuzluklara odaklanmak yerine, onları birer fırsat olarak görmek; hayatı elmas gibi her yüzüyle parlatmak demektir. Tıpkı iyi kesilmemiş bir pırlantanın ışığı yutması gibi, olumsuz düşünceler de yaşam enerjimizi söndürür. Satranç ustası Lasker’in dediği gibi, “İyi bir hamle gördüğünde, bekle ve daha iyisini ara.” Bu, yalnızca stratejide değil, hayatta da geçerli bir bilgelik. Çünkü iyimserlik bir karakter özelliği değil, bilinçli bir seçimdir. Korkunun yönettiği zihni susturup, değerlerimize uygun bir tutum geliştirdiğimizde hem kendimizi hem de hayatı daha net görürüz; işte o zaman ışığımız gerçekten parlar.

İnsanları tanımak için sorular sormak

İnsan kaynaklarının en temel görevi, yalnızca doğru özgeçmişi bulmak değil, insanın derinliklerine inerek doğru kişiyi doğru pozisyona yerleştirmektir. Bu nedenle mülakatlarda sorular, bir bilgi toplama aracı olmaktan çok, adayın karakterini, motivasyonunu ve değerlerini keşfetmeye yarayan birer pusula haline gelir. Açık uçlu, düşünmeye teşvik eden sorular, adayın kriz anlarındaki tutumunu, işine olan yaklaşımını ve kurum kültürüne uyum potansiyelini ortaya koyar. Etkili bir mülakat, mekanik bir sorgudan ziyade samimi bir diyalog sürecidir; iyi dinleyen ve derinleşebilen bir İK profesyoneli, yalnızca yetenekleri değil, kişinin şirketin geleceğine katkı potansiyelini de görür. Sonuçta insan kaynaklarında başarı, doğru soruları sorma cesaretine sahip olmakla başlar; çünkü her iyi soru, doğru insanı bulmanın ve sürdürülebilir başarıyı inşa etmenin kapısını aralar.

Ajan Savaşları

Büyük yapay zekâ şirketleri yeni modellerin beklentilerini artırırken, sektörde ilerleme hızı belirgin şekilde yavaşladı. CEO’lar bu durumu işlemci gücü ve elektrik yetersizliğine bağlasa da asıl sorun, artık internette eğitime uygun gerçek veri bulamamak. Zira içeriğin yaklaşık %40’ı zaten yapay zekâ tarafından üretiliyor ve bu da sistemi “kendi ürettikleriyle” besleyip hatalara açık hale getiriyor. Öte yandan, yeni odak noktası olan yapay zekâ ajanları, yarı bağımsız hareket edebilme yetenekleriyle teknolojide yeni bir dönem başlatıyor. Ancak kullanıcı güveni azalıyor; yanlış bilgi, düşük doğruluk ve üretkenlik sorunları nedeniyle şirketlerin %95’i yatırımlarından dönüş alamıyor. Buna karşın rekabet sürüyor: xAI, Perplexity ve Genspark AI gibi firmalar ajan tabanlı sistemlerini hızla piyasaya sürüyor. Tüm bu gelişmeler, yapay zekânın bir “balon” olsa bile kalıcı etkiler yaratacağını gösteriyor. Bu nedenle dünya çapında “yapay zekâ kırmızı çizgileri” anlaşması çağrıları artarken, Kaliforniya’nın yürürlüğe soktuğu denetim yasası, kontrolsüz teknolojinin doğuracağı risklere karşı umut verici ilk adım olarak öne çıkıyor.

Eski camlar bardak olurken SEO tahtına da RAO kuruluverdi…

Arama Motoru Optimizasyonu (SEO) uzun yıllar dijital dünyanın kalbi olarak görülse de, artık tahtını yeni bir oyuncuya, RAO’ya (Retrieval Augmented Generation – Geri Getirme ile Güçlendirme) bırakıyor. SEO’nun “ara ve seç” mantığı yerini, RAO’nun “senin için aradım, işledim ve özetledim” yaklaşımına bırakıyor. Yapay zekâ destekli bu sistem, dağınık bilgi yığınlarını anlamlı, güncel ve bağlamsal cevaplara dönüştürerek kullanıcıya zaman kazandırıyor. SEO hâlâ tamamen yok olmayacak olsa da, içerik üreticilerinin bundan böyle yalnızca Google’a değil, RAO tabanlı yapay zekâlara da “görünür” olmayı hedeflemesi gerekecek. Dijital çağın yeni vektörü artık yalnızca bilgiye erişmek değil, bilgiyi anlamlandırmak olacak.