Anadolu’da tıbbın tarihi

Tarih

Antik çağlardan (MÖ 3200- MS 476) önce başladığı kanıtlanmış olan Anadolu’daki yaşamın izlerine Göbeklitepe, Çayönü, Hacılar, Çatalhöyük, Norşuntepe, Köşkhöyük gibi tarih öncesi yerleşim yerlerinde rastlanmaktadır; bunların en eskisi 12000 yıllık tarihi ile Göbeklitepe’dir.İnsanlık yaşamı kadar eski olan hastalıklara karşı verilen uğraş da Anadolu tarihi kadar eskidir. Göbeklitepe, Çatalhöyk, Balıkesir mağaraları gibi yerlerdeki arkeolojik bulgularda, tarih öncesi dönemlere ait Şaman ritüellerinin izleri görülmektedir. Şamanlar, doğaüstü güçlerle iletişim kurduklarına inanarak topluluklarına rehberlik etmiş ve ritüeller, dualar, danslar ve bitkisel ilaçlarla ruhsal şifa arayışında bulunmuşlardır.
Anadolu’nun tarihi ve kültürel çeşitliliği, yaşam tarzında olduğu kadar tıp alanında da farklılıkları biriktirmiştir. Bu yörede yaşamış olan uygarlıkları tıbbın gelişimi açısından, kronolojik olarak incelemeye çalışacağım.
Avcı toplayıcı dönemde yaralanmalar sık olduğundan cerrahi sağaltım ön plandaydı, bilinen ilk cerrahi girişim Trepanasyon olup, ilk uygulamasının M.Ö. 6500 yıllarında yapıldığı düşünülmektedir. Kafa içi basıncın artışı veya travma durumlarında kafatasına delik açılması işlemidir, günümüzde de uygulanmaktadır. Ayrıca bu dönem iskeletlerinde görülen iyileşmiş kırıklar sağaltım uygulamalarının izleridir. Tarım toplumuna dönüşüp yerleşik yaşama geçilmesiyle birlikte sağaltım amaçlı otların kullanılması ön plana geçmiştir.
Antik Çağ’da Anadolu’da tıp oldukça çeşitlenmiş, ancak Mezopotamya ve Mısır’dan esinlenerek hastalIklar doğaüstü olaylar olarak görülmeye bqşlamış, kötü ruhlar, şeytan gibi dinsel ögeler ön plana geçmiş, sağaltım büyü, dua gibi yöntemlerle din görevlileri tarafından uygulanmıştır.
Hititler, MÖ 2100 -1190 yıllarında Anadolu’da yaşamış Hint-Avrupa kökenli bir halktır, Hattiler ile etkileşime geçerek Anadolu’da ilk siyasi devleti kurmuşlardır. Devlet arşivi tabletlerinde rahip ve katiplerin aynı zamanda hekim oldukları ve hastalıkların sağaltımı için gerekli olan dua ve ritüeller tabletlerde yer almıştır. Şaman sağaltım yöntemleri ve bitkisel ilaçlar yaygın olarak kullanılmıştır. Hitit tıbbında hastalık nedenlerinin TanrıIar’a karşı işlenen suç ve günahlar, bedenesel ve ruhsal kirlilik, yeraltından çıkan kötü güçlerin etkisi, ölü ruhların huzursuz edilmesi ve kara büyü olduğu tabletlerde yazılmıştır. Yaşadıkları büyük veba salgını nüfusun büyük kısmını yok etmiş, bunun nedeni olarak da Tanrıların ve Fırat’a kurban verilmesinin savsaklanması, kral veliahtının haksız yere öldürülmesi, Mısır’dan gelen kölelerin hastalık getirmeleri görülmüştür.
Hititler’de kadın ve erkek hekimlerin yanında çok sayıda da Mısırlı hekim vardı; hekimler arasında hiyerarşi bulunmaktaydı. Kadınlar daha çok büyü ve doğum işlerine bakarlardı, ebenin birinci görevi çocuğu doğurtmak, ikinci görevi dua etmekti. Doğum için özel sandalye ürettikleri bilinmektedir. Hattuşaş’ta eğitim amaçlı kilden yapılmış Karaciğer maketleri bulunmuştur. Tedavi yöntemi olarak keçi, fare, eşek, koyun, boğa gibi hayvanların kesilen uzuvları, şaman yöntemi gibi, insanlara yerleştirilirdi, hasta bölgelerin hayvanlara yalatılması, köpek dışkısı – çiçek karışımından yapılan macunun hasta bölgelere sürülmesi de bir sağaltım yöntemiydi.
Tarihdeki ilk psikoterapi uygulamasına ait bilgi bir Hitit tabletinde bulunmuştur. Kadın doktor, hastası erkeği elindeki iğ ve yün yumağı ile bir odaya kapatmış, bir süre sonra hasta erkek çıkarken eline ok ve yay vermiş, kendisine “kadınlık alametleri olan iğ ve yumağı elinden alıyorum, onun yerine sana erkeklik alameti olan ok ve yay veriyorum” demiştir.
Sağaltım amaçlı kullanılan bitkilerde majik (sihir) etkisi olduğuna inanılmaktaydı. Bazı reçeteler Mezopotamya kökenliydi, dozlar ve alınış zamanları belirtilirdi. Halk sağlığına ve temizliğe çok önem verilir, tırnak kesilirdi, ruh ve beden temizlendikten sonra ibadete başlanırdı. Hititler’de tIbbı kötü ve yanlış uygulayanlara ceza verilirdi. Hitit şehirlerinde temiz ve pis su kanalları vardı, çöpler şehir dışında biriktiriliyordu, salgınlarda şehirler boşaltılıyor, geçince geri dönülüyordu. Geç Hitit döneminde evlerde banyo ve tuvalet bulunuyordu.
Urartular, MÖ. 900 yıllarındada Van Gölü çevresinde yaşamışlardır, bitkisel ilaçlara, cerrahi yöntemlere ve ritüellere önem vermişlerdir.
Frigler, MÖ. 750 yıllarında Eskişehir, Afyon ve Kütahya yakınlarına yerleşmiş olup, Gordion’u başkent yapmışlardır. Tıbbi uygulamalarda Tanrıça Kybele’ye adanan ritüellerle ve otlarla şifa aramışlardır.
Antik Helenistik dönemde, MÖ 500’lü yıllar bu çağın en parlak dönemiydi, Tanrıların hastalık ve iyilik verdiğine inanılırdı. Zeus’ un oğlu Apollon ve kızı Artemis önce salgın hastalık gönderip sonra şifa veriyordu. Apollon’un yarı Tanrı gayrimeşru oğlu Asklepios tıp Tanrısıydı, Hygea hijyen tanrıçası, Panacea ağrıları dindiren Tanrıça’ydı. Asklepion’lar, Asklepios’a adanan sağlık tapınaklarıydı, çeşme, kaynak, sunak, kütüphane, hamam, kaplıca bölümleri vardı. Buralarda rahipler ve Tanrılar sağlık hizmeti verirlerdi. Bergama’daki Asklepion, ilk sağlık merkezlerinden biri olarak bilinir. Efes, İznik ve Ereğli gibi şehirlerde bulunan tıp merkezlerinde hem sağaltım, hem de tıp eğitimi yapılırdı.
Diğer önemli Asklepionlar Kos, Efes, Knidos,Yumurtalık,İzmit,iznik ve Ereğli’dedir
Kos ekolü sorumlusu Hipokrat’tır (MÖ. 460-377), bir süre kuzey Anadolu’da hekimlik yapmıştır. Kos ekolünde hastalığın gelişimı gözlenir, ona göre sağaltım verilirdi, anatomi önemsenmez, batıl ve büyü yeri̇ne rasyonel tıp öğretilirdi.
Blimsel tıp Hipokrat ile başlamış, çalışmaları 72 ci̇ltte toplanmıştır. Doğal dengenin bozulması hastalık nedenidir, düzeltilerek homeostasis sağlanmalıdır demiş ve hastalıkların Tanrı’ların gazabından olmadığını söylemiştir.
Bergama’lı Galen MS 130-200 yıllarında yaşamıştır ve Roma döneminin en önemli hekimidir, İzmir ve İskenderiye’de eğitim almıştır, Bergama gladyatör okulunda kırık, çıkık, anatomi ve yaralanmalar konusunda bilgilenmiş, daha sonra Roma’ya davet edilerek imparatorun özel hekimi olmuştur. Cerrahide ayrıştırma ve yaklaştırma  (dokuları açıp, dikiş ile kapatma, ameliyat) yöntemini uygulamıştır. Anatomi, fizyoloj, farmakoloji ile ilgilenmiş, analizin tedavideki önemini keşfetmiştir. Eczacılığın babasıdır. Konuşma merkezi nin göğüste değil beyinde olduğunu bulmuştur. Atar damarlarda hava değil kanın taşındığını bularak 400 yıllık yanlışı düzeltmiş, idrarın böbreklerde meydana geldiğini belirlemiştir. Omurilik hasarlarını seviyesine göre tanımlamıştır.
Efes te Soranus kadın doğum ve çocuk konusunda etkili çalışmıştır, Adana’ da Diascorides askeri cerrahtır ve afyondan morfini ayırmıştır. Kapadokya’da Araeteus tetanoz, inme, akciğer hastalıkları ile şeker hastalığı hakkında ilk bilgi veren kişi olmuştur.
Orta Çağ’da, hristiyanlık Avrupa’da çok etkiliydi, sağlık, hastalık ve ölüm tanrının bir lutfu veya cezasıydı, soyunmak gerektiği için temizlik istenmiyordu, çıplaklık yasaklandığından hamam ve kaplıcalara gidilmiyordu. Rahip ve rahibelerin çalıştığı, hasta ve yoksulların barındığı hastaneler vardı. Bizans döneminde özellikle Hipokrat ve Galen’in eserleri, Bizans’lı hekimler tarafından incelenmiş, arapça, süryanice ve latince tıbbi yazıların çevirileri yapılmıştır. İstanbul’da kadın ve erkekler için iki hastane kurulmuştur.
Selçuklu Dönemi’nde Darüşşifa adlı hastaneler sağaltım ve eğitim merkezleriydi, Konya, Kayseri, Amasya ve Erzurum’da kurulmuşlardı, teorik ders ve pratik uygulama yapılmaktaydı. Hekimler, bilimsel araştırmalar yaparak tıbbın gelişimine katkıda bulunurlardı. İbn-i Sina, Selçuklu döneminde etkisi devam eden bir bilim insanı olarak tıp alanında önemli eserler bırakmıştır. İbn-i Baytar bitkisel tedavi yöntemleri üzerine çalışmalarıyla tanınmış, Ebu’l Kasım Zehravi’nin cerrahi alanında yenilikçi çalışmaları bulunmaktaydı.
Osmanlı’da sağlık işlerini Fatih Sultan Mehmet’İn kurduğu hekimbaşı kurumu organize ederdi. Fatih Sultan Mehmet’in hocası olan Akşemseddin, tıp alanında önemli çalışmalar yapmış ve mikroorganizmaların hastalıklara neden olduğunu açıklamış, bitkilerden ilaçlar hazırlamış ve sağaltımda kullanmıştır. Kanuni Sultan Süleyman tarafından kurulan Süleymaniye Tıp Medresesi, tıp eğitiminin merkeziydi. Cerrahi eğitim cerrahanelerde verilirdi. Şerafeddin Sabuncuoğlu ilk cerrahi kitabını yazmıştır. Osmanlı cerrahları, dönemin ileri tekniklerini kullanarak başarılı ameliyatlar gerçekleştirmiştir. Cerrahi müdahaleler, özellikle savaş yaralanmalarında etkili bir şekilde uygulanmıştır.

  1. yy.’da Osmanlı İmparatorluğu’nda modern tıbbın temelleri, askeri hastanelerle atılmış, hem askerlerin tedavisi, hem de modern tıp eğitimi için önemli bir rol oynamıştır. 1827’de kurulan Tıphane-i Amire ve Cerrahane-i Amire, modern tıp eğitiminin başlangıcı olarak kabul edilir. Avrupa’daki gelişmelerden etkilenerek kadavra üzerinde anatomi çalışmaları yapılması ve bilimsel yöntemlerin benimsenmesi, Fransa ve Almanya’dan getirilen uzmanların katkısıyla uygulamaların yaygınlaşması sağlanmıştır. Avrupa’daki modern hastane modelleri, Anadolu’da da uygulanmaya başlanmış, halk sağlığı hizmetleri ve karantina uygulamaları gibi modern sağlık sistemleri geliştirilmiştir.
    Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla birlikte sağlık reformları, modern Türkiye’nin sağlık sisteminin temelini oluşturmuştur. 1928 yılında kurulan Hıfzıssıhha Enstitüsü, Türkiye’de halk sağlığını koruma ve geliştirme amacıyla önemli çalışmalar yapmıştır. Özellikle aşı üretimi ve salgın hastalıklarla mücadelede kritik bir rol oynamıştır. Köylerde sağlık hizmetlerini yaygınlaştırmak için sağlık ocakları kurulmuş, sosyal güvenlik sisteminin temelleri atılmıştır. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi gibi kurumlar, modern tıp eğitiminin öncüsü olmuş, yeni hastaneler inşa edilerek sağlık hizmetleri genişletilmiştir. Devlet ve ssk hastaneleri ile askeri hastaneler yaygınlaşmıştır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında, halk sağlığı politikaları öncelikli hale getirilmiş, modern tıp eğitimi ve sağlık hizmetleri için önemli yatırımlar yapılmıştır. Ancak son yıllarda sağlık sistemi büyük ölçüde özelleştirilerek halkın cebinden daha çok para çıkmasına neden olmuş, malpraktis büyük ölçüde artmış, halkımızın sağlığa ulaşması zorlaşmış ve pahalı hale gemiştir. Büyük hastaneler bütçede büyük delikler açmış, boş kadrolar ve alınamayan randevular insanımızı zor durumda bırakmıştır.
    Anadolu’nun tıp tarihi, ~12000 yıl öncesinden başlayarak, insanlık tarihinin önemli bir parçasını oluşturmuştur. Farklı uygarlıkların yaşamış olması tıbbın gelişimine büyük katkı sağlamıştır. Anadolu’nun tıp tarihindeki önemi, tıbbın ritüellerden bilimsel yöntemlere evrilmesini sağlamasıyla ortaya çıkmıştır. Bu noktada Hipokrat ve Galen’in payları büyüktür. Günümüzde ise teknolojik gelişmeler ve dijital sağlık uygulamaları, sağlık hizmetlerini daha etkin hale getirmiştir. Son yıllarda bu gelişmelere geleneksel tıp yöntemleri eklenerek gelişme gibi gösterilme çabaları yaygınlaşmaktadır, buna asla katılmıyorum ve bu çabaları geriye gidiş çabaları olarak gürdüğümü önceki yazılarımda vurguladığım gibi yineliyorum. Modernleşmenin arkaik düşüncelerden kurtulup geleceğe yönelmekle gerçekleşebileceği bilinen bir gerçektir.
    Gelecekte Yapay zeka, genetik araştırmalar, nano teknolojiler ve tele-tıp gibi yenilikler kuşkusuz sağlık hizmetlerinin daha da gelişmesini sağlayacaktır.
    Unutmayalım ki 4000 yıl önce Hititler veba yüzünden halkın yarıdan çoğunu, kara Veba ile Avrupa 14.yy.’da 200 000 kişiyi, 17.yy.’da yine veba Londra’da 100 000 kişiyi öldürdü. Son olarak da 21.yy.’da Covit pandemisinde 20 milyona yakın insanın öldüğü düşünülecek olursa (dünya sağlık örgütüne göre 7 milyon), tıpta gelişmeler daha büyük bir ivmeyi nakletmektedir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Sosyal Medyada Paylaş

Popüler Yazılar

Bunları da sevebilirsiniz
Bunları da sevebilirsiniz

Bir kahve molasında satılan dostluklar

ChatGPT: İş hayatında insanı en çok yıpratan şey, uzun mesailer ya da düşük maaşlar değil; aynı hedef için omuz omuza çalıştığı bir arkadaşının bir gün sırtını dönmesidir. Çünkü ihanet, sadece bir güveni değil, insanın iç dengesini de yıkar. Kısa vadede kazandırıyor gibi görünse de, uzun vadede itibar kaybı kaçınılmazdır; zira iş dünyası küçük bir ekosistemdir ve “güvenilmez” damgası bir kez vuruldu mu silinmez. Üstelik ihanet sadece kurbanı değil, kurumu da zehirler: Güvenin olmadığı yerde cesaret, yaratıcılık ve bağlılık barınamaz. Adil ve şeffaf olmayan ortamlarda ihanet kök salar, sadakat ise susar. Oysa gerçek başarı, başkasının sırtına basarak değil, birlikte yükselerek kazanılır. Çünkü hiçbir unvan, dostluğu satmanın bıraktığı gölgeyi silemez; ihanet eden sonunda yalnız kalır, kazandığını sandığı her şeyin aslında kayıp olduğunu çok geç anlar. İş dünyasında en değerli sermaye ne para ne güçtür — güven ve itibardır, ve onu kaybeden gerçekte her şeyini kaybeder.

Kendimizi geçmek, Trafikteki araçları geçmek gibi değil

Hayatta başarıyı çoğu zaman yanlış tanımlıyoruz; sanki mesele, başkalarını sollayıp varış çizgisine önce ulaşmakmış gibi. Oysa hayat bir yarış pisti değil, sabırla geçilmesi gereken uzun bir trafik akışı ve bu trafikteki tek rakibimiz, dünkü halimiz. Toplum bize hep “daha hızlı, daha çok, daha önde ol” diyor ama asıl soru şu olmalı: “Ben bugün, dünün ben’inden daha mı iyiyim?” Kendini geçmek; büyük zaferler kazanmak değil, küçük alışkanlıkları dönüştürmektir — dün ertelediğini bugün yapabilmek, öfkelendiğin yerde susabilmek ya da kendine bir bardak su fazla içirebilmektir. Başkalarıyla kıyaslandığında sonuç hep huzursuzluk olur, çünkü bu yarışın sonu yoktur. Gerçek başarı, kendi gölgeni geçebildiğin o küçük ama anlamlı anlarda gizlidir. Çünkü insan, başkalarını değil, kendi sınırlarını aştığında özgürleşir.

Transpersonel liderlikte güven: Ruhsal bilinç ile kurulan ekipler

Transpersonel liderlik, liderliği yalnızca hedefler ve performansla sınırlamayıp, ekibin bilinç, ruhsal denge ve kolektif uyumunu da gözeten bir anlayıştır. Bu liderlik türü, çalışanları birer “kaynak” değil, potansiyelleri ve sezgileriyle bir bütün olarak görür. Uruguay eski başkanı Jose Mujica, mütevazı yaşam tarzı, şeffaflığı ve toplumsal faydayı merkeze alan yaklaşımıyla bu liderlik anlayışının canlı bir örneğidir. Transpersonel lider için güven, bir strateji değil, ruhsal bir sorumluluktur; çünkü güven, hem ekip enerjisinin hem de kolektif bilincin temelini oluşturur. Şirketlerde güvenli bir ortam yaratmak, çalışanların içsel motivasyonlarını, yaratıcılıklarını ve bağlılıklarını artırır. Ancak güven zedelendiğinde, liderin görevi hatalarını fark etmek, şeffaflıkla iletişim kurmak ve tutarlılıkla güveni yeniden inşa etmektir. Dürüstlük, empati, adalet ve bilinçli iletişim, transpersonel liderin en güçlü araçlarıdır. Gerçek liderlik, sadece sözlerle değil, varlığıyla güven veren bir enerji alanı yaratabilmektir.

Müşteri sadakati mi, maliyet mi? İade süreçlerinin marka imajına etkisi

Alışveriş artık yalnızca ürün almak değil, markayla kurulan ilişkinin bir parçası. Bu ilişkinin en kritik aşaması ise iade süreci. Çünkü iade, bir markanın müşterisine gerçekten ne kadar değer verdiğini gösteren sınavdır. Müşteri açısından kolay ve destekleyici bir iade süreci, güven ve sadakat duygusunu pekiştirirken; markalar için bu süreç, kısa vadede maliyet yaratsa da uzun vadede güçlü bir imaj ve sadık müşteri kitlesi kazandırır. Zorlaştırılan iade politikaları ise kaliteyi gölgede bırakır, olumsuz deneyimler hızla yayılır. Dolayısıyla asıl mesele “maliyet mi, sadakat mi?” değil; “bugünü mü kurtaracağız, geleceğe mi yatırım yapacağız?” sorusudur. Çünkü markalar bilir ki güven, iade sürecinde kazanılır ve bir kez kaybedildiğinde hiçbir reklam bütçesiyle geri alınamaz.