Anıların Dijitalleşmesi ve Kaybolan Sessizlik
Geçenlerde evde, yıllardır dokunmadığımız eski bir fotoğraf albümünü buldum. Kaplamalı sayfaları çevirdikçe hem parmaklarımda, hem içimde bir şeyler kıpırdadı. Orada ben vardım, küçüklüğüm… Babamın gülümseyişi, annemin saçına ilişmiş rüzgâr… Her karede zaman durmuş gibiydi. Ve düşündüm: O albüme yıllardır bakmamıştım ama her seferinde içimi bir sessizlik kaplardı. Bugünse sosyal medyada yüzlerce fotoğraf görüyorum ama içimde kıpırdayan tek bir şey yok.
Bu, sadece nostaljik bir sitem değil. Daha derin bir şeyin farkına varmak gibi… Çünkü çok yakın bir geçmişe kadar fotoğraflar özeldi. Onlara bakmak bir duruş, bir bekleyiş, bir sabır gerektirirdi. Şimdi ise her şey ekranda, her an karşımızda. Artık fotoğraflar bizi buluyor; biz onları aramıyoruz.
2000’li yılların başında ilk dijital kameramı aldığımda, her kare kıymetliydi. Çünkü yer sınırlıydı, pil kısıtlıydı, an bir taneydi. Sonra cep telefonları geldi. Sosyal medya hayatımıza girdi. Instagram’da bir kareyi paylaşmak, bir bakıma “varım” demek oldu. O andan itibaren “anı yaşamak” değil, “anı belgelemek” öncelik haline geldi.
Ve şimdi düşünüyorum… Bu kadar çok görsele bakmak, gerçekten görmemizi engelliyor olabilir mi? Bence evet. Çünkü her anı kaydetme çabası, o anı yaşamamıza engel oluyor. Artık doğum günlerinde pastaya üflenmeden önce telefonlar hazır bekliyor. Yeni doğmuş bir bebeğin ilk bakışı, önce kameralara yakalanıyor; sonra gözlere.
Ama belki de daha tehlikelisi, kendi görsel temsilimizle kurduğumuz yeni ilişki. Filtrelerle güzelleşen yüzümüz, seçilmiş açılardan idealize edilmiş bedenimiz, algoritmaların önüne koyduğu karelerle şekillenen kimliğimiz… Kendimize dışarıdan bakıyoruz artık. Başkalarının gözüyle.
Ve en çok da genç nesil için kaygılanıyorum. Çünkü bu görsel dünyanın sessizce dayattığı kıyaslama kültürü, ruhlarda derin izler bırakıyor. Herkesin “mükemmel” görünen anları arasında, kendi gerçekliğimiz bize eksik, yetersiz, sıradan geliyor. Oysa hiçbiri gerçek değil; hepsi birer sahne, birer perde.
Ben o eski albümdeki kareleri düşündükçe, bir şeyin farkına daha varıyorum: Oradaki görüntülerden çok, hatırladıklarım değerli. Ve bu hatıralar, kimseye gösterilmek için değil, içimde yaşamak için var.
Belki de yapmamız gereken çok basit: Bazen hiçbir şeyi kaydetmeden yaşamak. Telefona uzanmak yerine elini tutmak. Anın içinden bir adım geri çekilmeden, orada kalmak. Çünkü bazı şeyler sadece kalpte saklandığında anlam kazanır.
Son bir soru:
Bugün baktığımız onca dijital kare arasında…
Kaçı gerçekten bizim?
Kaçı yaşanmış, kaçı sadece gösterilmiş?
Belki bu soruyu sormak bile, yeniden görmeye başlamak için yeterlidir.
BAKMAK MI, GÖRMEK Mİ?
Tarih