Cahildim Dünyanın Rengine Kandım

Tarih

Eylül ayının son günleriydi, dışarıda şerbet gibi diye tabir edilen güzel bir hava vardı.
Kırklı yaşların başındaki adam bir iş seyahati için istanbul ‘dan bindiği arabalı vapurda Yalova’ ya doğru yolculuk yapıyordu. Herhalde öğlen saatleri olduğundan dolayı olsa gerek vapur her zamankine göre çok tenhaydı.
Adam bu durumdan istifade ederek biletindeki numaraya hiç bakmadan önünde masası da olan rastgele bir koltuğa oturdu. Hemen diz üstü bilgisayarını çıkarıp, topu topu 50 dakikalık vapur yolculuğunun ve canım deniz havasının tadına varmak yerine her İstanbullu kurumsal şirket çalışanı gibi e-maillerini okumaya daldı.
Yolculuğun ortalarında bir yerde internet erişimi kesildiği ve zaten her daim sorunlu olan boynu tutulduğunda söylenerek bilgisayarını kapattı. Başını yukarıya doğru kaldırdığında arabalı vapurun plazma televizyonundaki haber bülteninin verdiği bir vefat haberine takıldı gözü.
Neşet Ertaş ‘ın hakkın rahmetine kavuştuğunu söylüyordu spiker ve arka fonda ustanın Yalan Dünya türküsü çalıyordu inceden.
Yalandı gerçekten dünya. Üzüldü adam, çok severdi Neşet Ertaş türkülerini. Güzel gençlik anıları vardı Neşet usta ile ilgili. Gözlerini kapattı usulca yaklaşık 20 sene öncesinden bir anı canlandı zihninde, sanki dün gibiydi….
1990 ‘lı yılların başlarıydı, kavurucu ağustos sıcağı bir yandan, yaklaşık bir saattir minibüs beklediği küçük Orta Anadolu şehrinin daha da küçük otogarının gürültü ve keşmekeşi diğer yandan bunaltmıştı genç adamı.
Yarım saat önce sorduğunda 15 dakikaya gelir dedikleri köy minibüsü hala ortalarda yoktu. Elindeki küçük çantaya baktı genç adam, önündeki oraletten bir yudum aldı ve ister istemez ne işim var benim burada diye düşünmeden edemedi bir an için de olsa.
İlk kez geliyordu bu Anadolu bozkırının ortasındaki küçük şehre. Ankara’ dan otobüsle 2 saat kadar sürmüştü. Üniversiteden çok sevdiği bir arkadaşının ısrarına dayanamamış, onun anlata anlata bitiremediği köyünde 2 gece geçirmek üzere yola çıkmıştı. Yoksa pek işi olmazdı buralarda çok alışkın değildi öyle köy hayatına falan, ama kıramamıştı arkadaşını.
Tam sabrı tükenmeye başladığında eski ve tozlu bir Ford yolcu minibüsü yanaştı perona. Önündeki tabeladan gideceği köyün minibüsü olduğunu anlamıştı genç adam. Çantasını kaptığı gibi fırladı şoförün yanındaki ön koltuktan yer kapabilmek için. Oturdu şoförün yanına ‘’ne kadar sürer köy ‘’ diye sordu direksiyondaki ak saçlı, kısa boylu abiye. ‘’45 dakika’’ dedi şoför ve dolunca araba çevirdi kontağı.
Minibüs tıngır mıngır şehrin dar sokaklarından geçerek köy yoluna girdi. Arkadan ücretleri toplayan şoför abi parayı tas tamam cebine yerleştirince keyfi yerine geldi ve usulca yuvasına doğru itti arabanın kasetçalarındaki kaseti.
Gerçekten de buram buram Anadolu kokan bir ezgi yayıldı aracın içine. Kelimenin tam anlamıyla yanık bir ses bağlamanın eşliğinde söylüyordu.
Dikkatle kulak verdi genç adam çalan halk ezgisinin daha önce hiç duymadığı sözlerine;
Cahildim dünyanın rengine kandım
Hayale aldandım boşuna yandım
Seni ilelebet benimsin sandım
Ölürüm sevdiğim zehirim sensin
Evvelim sen oldun ahirim sensin
Ne kadar naif ve derin sözler diye düşündü o yıllarda henüz Türkü tadını keşfetmemiş genç adam. Daha çok Zülfü Livaneli, Ahmet Kaya ve Yeni Türkü grubu hayranı olduğu dönemlerdi.
Üniversitede bir dönem kız arkadaşı olan genç kız Bağlama kursuna giderken onun ilgisini çekebilir miyim umuduyla Türk Halk müziği dinlemeye başlamıştı yeni yeni.
İlerleyen yıllarda Anadolu ‘nun dört bir tarafına ait ezgilerin ve onların her biri içinde ayrı bir felsefe barındıran türkü sözlerinin tadını, anlamını kavrayacak ve güzel ülkesinin anonim kültürüne hayranlığı her geçen gün bir kat daha artacaktı.
Minibüs stabil bir yola girmiş tozunu savura savura ilerken başka bir ezgi ve bir öncekinden daha derin sözler çalındı genç adamın kulağına, söyleyen farklı bir sesdi bu kez.
Vay ne olur ne olur
Sevda sırınan olur
Gözdür alemi gezer de
Gönül birinen olur
Sevdayı ve sadakati bundan daha iyi ve masum özetleyen bir dörtlük olur mu diye geçirdi içinden adam. Tam bu sırada arabanın tırmanmakta olduğu tepenin ardından ineceği köy göründü. Yolun başında nasıl biter bu 45 dakika dediği yolculuk Kırşehir ‘in tozlu yollarında bulunduğu coğrafyanın kimyasını damarlarına kadar hissettiren Neşet Ertaş ve Hacı Taşan türküleri eşliğinde su gibi akıp geçmişti.
Minibüs köy meydanında durduğunda kaset çalardan Büyük usta, Bozkırın tezenesi Neşet Ertaş ‘ın yanık sesinden şu mısralar dökülüyordu;
Bir anadan dünyaya gelen yolcu
Görünce dünyaya gönül verdin mi
Kimi böyük kim böcek kimi kul
Marak edip heçbirini sordun mu
Bunlar neden nedenini sordun mu
Vade tekmil olup ömrün dolmadan
Emanetçi emaneti almadan
Ömrüyün baginin gülü solmadan
Varip bir canana ikrar verdin mi
Varip bir cananın kulu oldun mu.
Vapur Yalova iskelesine yanaşırken arabasına binmek üzere merdivenlere yöneldi adam. Televizyondan duyduğu vefat haberi onu 20 yıl öncesinin umutlu ve güzel gençlik yıllarına taşımıştı 15 dakikalığına da olsa.
Vapurun merdivenlerinden inerken birkaç yıl önce televizyonda izlediği Bir Neşet Ertaş röportajını hatırladı adam ;
Sunucu ; Neden yeni yapılan türküler, sizinkiler kadar kalıcı olamıyor ? diye sormuştu.
‘’Biz çekmediğimiz derdin türküsünü yakmayız gızım. ‘’ cevabını vermişti, büyük usta.
‘’Işıklar içinde uyusun ‘’ diye mırıldandı adam usulca hiç kimsenin duymayacağı bir sesle…

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Sosyal Medyada Paylaş

Popüler Yazılar

Bunları da sevebilirsiniz
Bunları da sevebilirsiniz

En kötü ne olabilir ki?

Geçen hafta bir arkadaşımın “savunma yazısı” nedeniyle yaşadığı kaygı, beni insanların en kötü senaryolara odaklanma eğilmi üzerine düşündürdü. “En kötü ne olabilir ki?” sözü, çoğu zaman bizi korumak yerine potansiyelimizden uzaklaştıran bir düşünce kalıbına dönüşüyor. Oysa olumsuzluklara odaklanmak yerine, onları birer fırsat olarak görmek; hayatı elmas gibi her yüzüyle parlatmak demektir. Tıpkı iyi kesilmemiş bir pırlantanın ışığı yutması gibi, olumsuz düşünceler de yaşam enerjimizi söndürür. Satranç ustası Lasker’in dediği gibi, “İyi bir hamle gördüğünde, bekle ve daha iyisini ara.” Bu, yalnızca stratejide değil, hayatta da geçerli bir bilgelik. Çünkü iyimserlik bir karakter özelliği değil, bilinçli bir seçimdir. Korkunun yönettiği zihni susturup, değerlerimize uygun bir tutum geliştirdiğimizde hem kendimizi hem de hayatı daha net görürüz; işte o zaman ışığımız gerçekten parlar.

İnsanları tanımak için sorular sormak

İnsan kaynaklarının en temel görevi, yalnızca doğru özgeçmişi bulmak değil, insanın derinliklerine inerek doğru kişiyi doğru pozisyona yerleştirmektir. Bu nedenle mülakatlarda sorular, bir bilgi toplama aracı olmaktan çok, adayın karakterini, motivasyonunu ve değerlerini keşfetmeye yarayan birer pusula haline gelir. Açık uçlu, düşünmeye teşvik eden sorular, adayın kriz anlarındaki tutumunu, işine olan yaklaşımını ve kurum kültürüne uyum potansiyelini ortaya koyar. Etkili bir mülakat, mekanik bir sorgudan ziyade samimi bir diyalog sürecidir; iyi dinleyen ve derinleşebilen bir İK profesyoneli, yalnızca yetenekleri değil, kişinin şirketin geleceğine katkı potansiyelini de görür. Sonuçta insan kaynaklarında başarı, doğru soruları sorma cesaretine sahip olmakla başlar; çünkü her iyi soru, doğru insanı bulmanın ve sürdürülebilir başarıyı inşa etmenin kapısını aralar.

Ajan Savaşları

Büyük yapay zekâ şirketleri yeni modellerin beklentilerini artırırken, sektörde ilerleme hızı belirgin şekilde yavaşladı. CEO’lar bu durumu işlemci gücü ve elektrik yetersizliğine bağlasa da asıl sorun, artık internette eğitime uygun gerçek veri bulamamak. Zira içeriğin yaklaşık %40’ı zaten yapay zekâ tarafından üretiliyor ve bu da sistemi “kendi ürettikleriyle” besleyip hatalara açık hale getiriyor. Öte yandan, yeni odak noktası olan yapay zekâ ajanları, yarı bağımsız hareket edebilme yetenekleriyle teknolojide yeni bir dönem başlatıyor. Ancak kullanıcı güveni azalıyor; yanlış bilgi, düşük doğruluk ve üretkenlik sorunları nedeniyle şirketlerin %95’i yatırımlarından dönüş alamıyor. Buna karşın rekabet sürüyor: xAI, Perplexity ve Genspark AI gibi firmalar ajan tabanlı sistemlerini hızla piyasaya sürüyor. Tüm bu gelişmeler, yapay zekânın bir “balon” olsa bile kalıcı etkiler yaratacağını gösteriyor. Bu nedenle dünya çapında “yapay zekâ kırmızı çizgileri” anlaşması çağrıları artarken, Kaliforniya’nın yürürlüğe soktuğu denetim yasası, kontrolsüz teknolojinin doğuracağı risklere karşı umut verici ilk adım olarak öne çıkıyor.

Eski camlar bardak olurken SEO tahtına da RAO kuruluverdi…

Arama Motoru Optimizasyonu (SEO) uzun yıllar dijital dünyanın kalbi olarak görülse de, artık tahtını yeni bir oyuncuya, RAO’ya (Retrieval Augmented Generation – Geri Getirme ile Güçlendirme) bırakıyor. SEO’nun “ara ve seç” mantığı yerini, RAO’nun “senin için aradım, işledim ve özetledim” yaklaşımına bırakıyor. Yapay zekâ destekli bu sistem, dağınık bilgi yığınlarını anlamlı, güncel ve bağlamsal cevaplara dönüştürerek kullanıcıya zaman kazandırıyor. SEO hâlâ tamamen yok olmayacak olsa da, içerik üreticilerinin bundan böyle yalnızca Google’a değil, RAO tabanlı yapay zekâlara da “görünür” olmayı hedeflemesi gerekecek. Dijital çağın yeni vektörü artık yalnızca bilgiye erişmek değil, bilgiyi anlamlandırmak olacak.