Trafikte hepimizin başına maalesef sık sık gelen, yol vermeme ve zorla önünüze geçme zorbalığını tekrar yaşadığımda birden Eylül ayında bir hafta içinde üç farklı araba kullandığım dönem aklıma geldi. İlk kullandığım araba, son model siyah E kasa alametifarikası yıldız olan bir Alman arabası, ikincisi D SUV segmentinde yer alan kendi arabam ve üçüncüsü ise 15 yaşında annemin kullandığı emektar arabaydı.
Şehir aynı, yollar aynı, trafik aynı… Değişen tek şey, kullandığım araba. Trafikte gördüğüm muamele ise beklentimin çok daha üzerinde bambaşkaydı. Sanki büyük bir ormanda yazılı olmayan kuralların işlediği, kimin kime gücü yetiyorsa o derece haklı olduğu bir arenada mücadele…
Siyah yıldızlı araba ile saygı ücretsiz bir hizmet gibiydi. Sanki görünmez bir VIP statüsü kalkanın korumasındaydım. Göbeğe geldiğinde geçiş üstünlüğü sende olmasa bile senin. İstenmeden yol veriliyor. Kırmızı ışıktan yeşile geçişte biraz geç kaldın diye kimse hemen kornaya basmıyor. Selektör yaptığında hemen yol veriliyor. Sollamalarımda kimse sorun çıkarmıyor, arkadaki araçlar mesafeli, korna sayısı az, stres minimumda. Tüm bunlar yıldızlı araba kullandığında standart bir paket gibi geliyor fark etmeden alışıyorsun, normalmiş gibi geliyor. Ta ki başka bir arabanın direksiyonuna geçene kadar. İnsanlar direksiyonda kimin olduğuna göre değil, markaya göre değer biçiyor ve ona göre davranıyor.
Kendi arabamı kullanmaya başladığımda nötr bölge geçiş yaptığımı hemen anladım. İşler normale dönmüştü. Bu arabayı kullanırken kimse VIP muamelesi yapmıyor, ama hır da çıkarmıyordu. Orta seviye bir saygınlık, sıradan bir güvenlik alanı gibi. Sanki toplumun gözünde “makul insan” kategorisi bu araçla örtüşmüştü. Ne fazladan bir beklenti, ne de ilave tepki.
Hayatın birçok alanında insanlar seni riskli bulduklarında zorluyor, gereğinden fazla güçlü bulduklarında ise çekiniyorlar. Bunu bir kez daha deneyimlemiş oldum.
Son olarak ise 15 yaşından büyük annemin emektar arabasıyla geçirdiğim gün verilen tepkilerin farklılığı beni oldukça şaşırttı. Sabrımı zorladı. Sinyal veriyorum, kimse umursamıyor. Hızlanmaya çalışıyorum, önümdeki inatla yolu kapatıyor. Solluyorum, “sen kimsin” der gibi kornaya basılıyor. Biraz yavaşlıyorsun, arkadaki tamponuma yapışıyor. Göbeklerde ise geçiş hakkın yok, bekleyeceksin.
Bu yaşadıklarım sadece trafikte değil, hayatın her alanında ziyadesiyle mevcut. İnsanların seni nasıl gördüğü, senin kim olduğundan çok, onlar için ne ifade ettiğinle alakalı ve sadece trafikle sınırlı kalmıyor, iş dünyasında ve özelinde de kategorize ediliyorsun.
Giyimine bakıp değer biçen patronlardan arkadaşlarına, çevrendekilere, saatine bakıp seni kategorize eden müşterilerden, kullandığın arabana göre sana değer biçen insanlara kadar örnekler uzayıp gidiyor.
Bazen arabayı değiştirince algılar değişiyor, bazen ofiste masanın yerini değiştirince, bazen de kıyafetin değişince…Üzücü olan kimi insanların, seni gerçekten tanımak yerine sembollerinle muhatap olmaya devam etmesi…
Ancak madalyonun bir de diğer tarafı var. Acaba sen de böyle değil misin? Trafikte gördüğün her eski araç gerçekten vasıfsız sürücünün mü? Her lüks araç sahibi gerçekten saygın mı?
Her orta sınıf araba kullanan gerçekten makul mü? İtiraf edelim az ya da çok biz de fark etmeden bunu yapıyoruz. Hepimizin zihninde “kestirmeler” çalışıyor. Çünkü kolay, hızlı,
fazla düşünmeye de gerek yok.
Buraya kadar yazdıklarım çoğunlukla pazarlamanın 6P’sinden ikisi olan pack (ambalaj) ve proposition (konumlandırma)’a atıfta bulunuyor. Günümüzün muazzam hızlı temposunda düşünmeye bile zaman kalmadan refleksif olarak aldığımız sayısız kararın aslında kaçının algılarımızın manipüle edilmesi sonucu irrasyonel olarak alındığını hiç düşündünüz mü?
Sosyal medyada ve televizyonda dönen onca reklam, allanıp pullanıp önümüze gelen teklifler, sunumlar ve daha niceleri.
Bu durumda siz de kendi markanızı yaratmak, sağlamlaştırmak veya üst segmente taşımak istiyorsanız bu oyunun kurallarını kendi lehinize kullanabilirsiniz. Zaten farkında olsak da olmasak da bir şekilde bu oyunun içindeyiz. Dışarıya çıkarken moda kıyafetlerin giyilmesi, özellikle kadınların uzun süre ayna karşısında zaman ayırarak yaptıkları makyaj (bir yerde okuduğum savaş boyaları benzetmesini çok beğenmiştim.) Bu artık rutinleşmiş davranış kalıplarının üzerine daha ne koyabilirim diye düşündüğünüzde aklınıza ilk neler geliyor. Lütfen prestij objesi, araba, telefon, bilgisayar, saat gibi alternatifleri eleyin. Bunlar da yine ambalaj sınıfına giriyor. Evet ambalaj çok önemli ancak asıl önemli olan ürün yani gerçek kimliğiniz. Örtüler kalktıktan sonra geriye kalan gerçeğin çıplaklığı. Çok şık ambalajı olan bir çikolata hediye aldığınızı düşünün. İlk bakışta sizi etkileyen ambalajıdır. Sonrasında ise ağzınızda eriyişi, bıraktığı lezzet ve en sonunda da damakta kalan gerçek nefaseti. Finalde de “after taste” (ağızda bıraktığı son tat) noktayı koyar. Bir de tam tersini düşünelim ambalaj on numara ancak ürün beklenilenin aksine lezzetsiz, tatsız tuzsuz ve damakta da kötü bir tat bırakıyor. Sonuç hayal kırıklığı. Hiç yabancı gelmedi değil mi? Çevremizde ne kadar çok var çakma ambalajlı ama lezzetsiz örneklerden.
Ajda Pekkan’ın seslendirdiği “Resim” şarkısındaki sözler aslında ne de güzel özetliyor “çerçeve değil resim arıyorum” diyerek içimizdeki boşluğun sebebini. Çünkü ambalaj karın doyurmuyor, tek başına yetmiyor hatta vadedilenlerle karşılaşılmadığında kandırılmışlık duygusuyla beraber hezimet de bir o kadar katmerli oluyor.
Efsane Alman arabasının yıldızı! Gerçekten bu kadar etkili mi?
Tarih
