Evrenin Sırları

Tarih

“Evrenin sırları” dediğimizde insan zihninin sınırlı bilgiyle evrendeki düzeni anlama çabası anlaşılmaktadır, ancak sorunun hem evrenin gizeminde, hem de insanın yetersiz bilgi kapasitesinde olabileceği daha gerçekçi görünmektedir.
Evrenin doğası, başlangıcı, sonu, ne olduğu en gizemli sorulardan ve bilimsel merakın en temel konularındandır; neden oluştuğu ise felsefenin konusudur. İnsanlık tarihi kadar eski olan evreni anlama çabası, ilkel toplumlardan beri gökyüzüne bakarak anlamlandırılmaya çalışılmıştır. Gökyüzü, yıldızlar ve evrenin sonsuzluğu, hem hayranlık hem de korku uyandıran gizem kaynağı olmuş, aynı zamanda kutsal bir alem olarak görülmüştür. Hint, Sümer, Mısır, Orta ve Güney Amerika uygarlıkları, evreni, yıldızları ve gökyüzünü ilgiyle incelemiş, duygularını mitolojilerine, sanatlarına ve mimarilerine yansıtmışlar, “uzay”, “uzaylılar” veya “uzay araçları” gibi mitolojik anlatıları sembolleştirmişlerdir. Mahabharata’da “Vimana”, Mezopotamya’da “Anunnaki ve gökten gelenler” Mısır’da “Gökten gelen bilgeler” ve Tanrı Osiris’in ölümden sonra “Sirius” yıldızına gittiği, bilinen efsanelerdendir. Maya ve Aztekler’de “gök gemileri”, İnkalar’da uçan Tanrılar ve Nazca gizemli yer çizimleri bunların örnekleridir. Bu yazı kapsamındada insanlığın evreni anlama çabalarını incelemeyi, yanıtlanamayan soruların olası yanıtlarına yakından bakmayı amaçlayarak, insanın bu ortamdaki yerini anlamaya çalışacağım. Evrenin sırlarını öğrenmeye uğraşırken, “sır olmayan ne var ki?” sorusunu da irdeleyeceğim.
Thales, Anaksimandros, Pythagoras, Aristoteles gibi filozoflar evrenin yapısını tartışmışlar, Aristoteles evrenin merkezinde dünyanın bulunduğunu savunmuştu. Kopernik, Kepler, Galileo ve Newton ile başlayan bilimsel devrimler ile dünyanın evrenin merkezi olmadığı, güneşin etrafında dönen sıradan bir gezegen olduğu kanıtlanmıştı. Einstein’ın genel görelilik kuramı, zaman ve mekânın birbirine bağlı olduğunu, uzay-zamanın kütle tarafından bükülebileceğini gösterdi. Edwin Hubble (1889 – 1953) evrenin genişlediğini keşfetti, bu dönemde “kozmik mikrodalga arka plan ışınımı” bulundu, kara delikler, beyaz delikler, solucanlar, karanlık madde, karanlık enerji, karanlık sıvı gibi kavramlar evren hakkındaki bilgileri artırdı. Fiziksel boyutun dışında evrenin sırlarını çözmeyi felsefi açıdan da ele almanın gerekli olduğu, insanın kendi varoluşunu anlamlandırmaya ancak böyle ulaşabileceği düşünüldü, çünkü evrenin sadece uzayı gözlemlemekle anlaşılamayacak kadar karmaşık bir yapı olduğu öğrenilmişti.
Evrenin oluşumunu açıklayan günümüzdeki en geçerli kuramlardan biri olan “Büyük Patlama”(Big Bang), evrenin yaklaşık 13.8 milyar yıl önce, çok yoğun ve sıcak bir noktadan, “tekillikten” başlayarak genişlediğini öne sürmektedir. Büyük patlama anında zaman, mekân ve enerjinin birlikte ortaya çıktığı varsayılmaktadır. Kozmik mikrodalga arka plan ışımasının (CMB – Cosmic Microwave Background Radiation) büyük patlamadan yaklaşık 380.000 yıl sonra ortaya çıkmış, hala ışımakta olan çok eski bir ışık olduğu, büyük patlamanın eldeki en önemli ve güvenilir gözlemsel kanıtlarından olduğu savunulmaktadır.
Büyük patlama kuramının başlangıç anı fiziksel olarak açıklanamasa da evrenin hızla genişlediği, galaksilerin kırmızıya kayması (Edwin Hubble 1965) ve gök cisimlerinin birbirlerinden hızla uzaklaşmaları ile açıklanmaktadır. Bu genişlemenin, doğası bilinmeyen ve gözlemlenemeyen, evrenin %68’ini kapladığı düşünülen, karanlık enerji etkisiyle olduğu varsayılmaktadır. Evrenin yapısını şekillendiren karanlık maddenin %27 oranında olduğu, görülemediği, galaksilerin hareketlerini ve aralarındaki kütle çekimini açıkladığı düşünülmektedir. Karanlık sıvı, evrendeki karanlık madde ve karanlık enerjiyi tek bir çerçevede açıklamayı amaçlayan yeni bir hipotezidir (2005). Bazı kuramlar, evrenin belirli bölgelerinde karanlık madde yerine “karanlık alanlar” bulunduğunu öne sürer. Evrenin en büyük yapısal düzenine gelindiğinde ortaya kozmik ağ (cosmic web) çıkar, bu da evrenin “iskeleti” olarak düşünülebilir. Şu anki verilere göre, gözlemlenebilir evren yaklaşık 93 milyar ışık yılı çapındadır, ancak evrenin tamamının bundan çok daha büyük olabileceği düşünülmektedir, daha ötesi henüz görüntülememektedir.
Evrenin oluşumu konusunda diğer teorilerden biri de ”Döngüsel Evrendir” (Cyclic Universe). Bu teoriye göre evren bir kez oluşup genişlemekle kalmaz, belli dönemlerde büzülüp tekrar patlayarak yeniden doğar. Bu süreçler sonsuz döngüler halinde devam eder. Bu model ile evrenin “başlangıçsız ve sonsuz” olabileceği savlanmaktadır.
Çoklu Evren kuramı (Multiverse), içinde bulunduğumuz evrenin baloncuk şeklindeki birçok evrenden biri olabileceğini öne sürer. Farklı boyutlarda veya zaman içinde var olabilecekleri, birbirleriyle etkileşmeyebilecekleri düşünülmektedir.
Gelişmiş teleskoplarla fiziksel olarak görülebilen, ışığın bile kaçamadığı kara deliklerin başka evrenlere geçit olabileceği (wormhole geçitleri) de öne sürülmektedir. Evreni tanımlayan bu teorilerden başka bazı teorik yapıların da varlığından söz edilmektedir. Dışarıya madde ve enerji verdiği düşünülen kuramsal beyaz deliklerin varlığı gözlemlenememiştir.
“Evrende sır olmayan ne var“ diye baktığımızda, doğa yasaları, matematiksel düzen, yerçekimi, elektromanyetizma, termodinamik yasaları, evrenin gözlemlenebilir olması ve gözlemciler olarak en azından gezegenimİzdeki insanların varlığı, görülmektedir. Bunların tümünün evrenin %4,9’unu oluşturduğuna inanılmaktadır.
Zaman ve uzay kavramlarının, evreni anlamak için tanımlanması çok önemlidir. Newton, zamanın her yerde ve herkes için aynı olduğunu savlarken, Einstein, özel görelilik kuramında zamanın gözlemcinin hareketine bağlı olarak göreceli olduğunu kanıtlamıştır. Genel görelilik kuramıda ise uzay ve zamanı tek bir yapı içinde “uzay-zaman” olarak birleştirmiştir. (Bu konuyu Newton ve Einstein’ı karşılaştırdığım yazımda ayrıntılı olarak irdelemiştim – Gelecek Yönetim, sayı 27). Kütle ve enerjinin uzay-zamanı eğip bükmesi ile kütle çekimi oluşmaktadır.
Evrenin sonunun ısıl ölüm (Heat Death), büyük yırtılma (Big Rip), büyük çöküş (Big Crunch), simülasyon hipotezi gibi varsayımlarla olabileceği teorileri vardır. Bunlar arasında en ilginç bulduğum “simülasyon hipotezine” göre evrenin ileri düzeyde bir uygarlık tarafından yaratılmış sayısal bir simülasyon olduğu, “sonunun”, bu simülasyonun kapatılması, yeniden başlatılması ya da “sistemsel bir çökme” ile gerçekleşebileceği savıdır.
Evrende yaşamın yalnızca dünyaya özgü olmayabileceği düşüncesi her geçen gün daha da güçlenmektedir. “Eğer uzayda yaşam yaygınsa, peki o zaman herkes nerede?” sorusu sorulmaktadır. Veya “dünyayı uzun yıllar ziyaret etmiş olanlar artık neden gelmiyorlar?” Evren, yanıtlanmayı bekleyen sorularla doludur, yanıtlanamamış olsalar da soruların varlığı önemlidir. Evreni anlamaya çalışmak insanlığın varoluşuna dair en temel sorulara cevap arama arzusudur. Carl Sagan’ın dediği gibi: “Evreni anlamak, kendimizi anlamaktır.”
Diğer yandan uzay araştırmaları teknoloji anlamında insanlığın günlük yaşamına büyük yenilikler getirmiştir. Uzay çağı öncesinde büyük buluşlar yapmış olan Nikola Tesla, 1899 yılında atmosferin üst tabakalarının (1826’da iyonosfer adı verilmiştir) enerji ve dalga iletimi için kullanılabileceğini öngörmüş ve bu yönde deneyler yaparak “deneysel anlamda uzaya ilk çıkanlardan” olmuştur.
Bu çalışmaya evrenin ne olduğu, nasıl oluştuğu ve nasıl bir yapıya sahip olduğu sorularıyla başladık; zaman ve uzayın doğasından evrenin olası sonlarına kadar ilerledik. Hayret, merak ve bilgi arzusunun evrendeki önemine vurgu yaptık. Bugün artık James Webb uzay teleskobu gibi teknolojik araçlara sahibiz, bunlar evrenin en erken dönemlerine ışık tutuyorlar. Tüm bu gelişmeler, evrenin sırlarına yaklaşma yolunda bize umut veriyor. YZ bilim insanlarına rehberlik ediyor. Evrenin sırları, insanlığın entelektüel arayışlarındandır. Teoriler büyüleyici, ancak çoğu hâlâ doğrulanmayı bekliyor, alternatif modeller Big Bang’i zorlayan teoriler sunmayı sürdürüyor.
Evrenin ilk anları hakkında bilgi edinmenin, yalnızca geçmişi değil, geleceği de anlamamıza yardımcı olabileceği düşünülmektedir. Teorilerde pek çok bilinmezlik bulunmaktadır. Bugüne kadar bilim insanlarının evrenin %4,9 kadarını çözdükleri savı vardır. Ancak, bilime hayranlık duyan bir kişilik olarak, hacmi ve büyüklüğü bilinmeyen herhangi cismin %4,9’unun belirlenmesinin gerçekçi olmadığını düşünenlerdenim. Diğer yandan bilinen olarak adlandırılanların da ne kadar bilindiği konusunda kaygılarım bulunmaktadır. Modern olanakların bilimin kullanımında artışı, kuşkusuz yeni buluşların ortaya çıkmasını sağlayacaktır, YZ ve bilgi teknolojilerindeki hızlı gelişmenin yapaacağı katkılar ile astrofizik ve kozmoloji daha hızlı ilerleme gösterecek, karanlık ve kuşkulu noktalar aydınlatılmaya çalışılacaktır.
Bana Göre Evren bilinen ve bilinmeyen yanları ile hala bir “sır küpüdür” ve daha çok uzun yıllar bu durumunu koruyacaktır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Sosyal Medyada Paylaş

Popüler Yazılar

Bunları da sevebilirsiniz
Bunları da sevebilirsiniz

Gösterişsiz zerafetin yeni yolu: Sessiz Lüks!

Günümüz iş dünyasında ve günlük yaşamda “lüks” kavramı sadece...

Çalışan ruh sağlığı ve mutluluğu İK’da refah programları

Çalışan Ruh Sağlığı ve Mutluluğu: İK’da Refah Programlarıİş dünyasında...

Markaların koku ile sadakat yaratma stratejisi 

Kokular hayatımızda çoğu zaman fark etmeden iz bırakan, duygularımıza...

Şirketler Neden Batar?

Şirketlerin hikâyesi çoğu zaman büyük hayallerle başlar. Kurucular vizyon...