Fiyat mı kalite mi yoksa güven mi satın alma tercihinizi belirliyor?

Tarih

İstanbul’daki sitenin kapısından çıkınca, 2-3 dakikalık yürüme mesafesinde 5 tane alışveriş yapabileceğim market var. Bunlardan 2 tanesi indirim marketi, 1 tanesi yerel zincir, diğer ikisi de ulusal zincir market grubuna giren büyük mağazalardandır.
Uzun yıllar FMCG sektöründe çalışmanın verdiği bir alışkanlık sonucu market alışverişlerini hanfendilerin kıyafet alışverişi yaptığı titizlikle yaparım. Bu benim için bir oyun gibidir. Rafları inceler, fiyatlara bakar, yeni gelmiş ürünleri inceler, öncelikle indirime girmiş ürünlerden işime gelenleri alıp sonra da diğer ihtiyaçlarımı karşılarım. Pazarlamacı gözlüğünü takıp yapılan hataları ve iyi uygulamaları kendi kendime değerlendiririm. Açıkçası parka giden çocuk misali vaktim bolsa hem gezer hem eğlenirim.
Hangi marketten alışveriş yapacağımı bazen anlık bazen de planlı olarak belirlerim. Şayet alışverişim planlı ise evden çıkmadan liste bellidir. Ancak mağaza da listenin üzerine illa ki eşimin neden bunları da aldın, ihtiyacımız yoktu dediği ancak çekimine kapıldığım ürünlerde eklenmiş olarak eve dönerim. Spontane ihtiyaçlar anında karşılamak için en kolay ve yakın olanı seçmek yeterlidir.
Kolaylık noktasında, arabanıza park yeri bulabilmek birinci önceliğiniz olabilir. Yolunuzun üzerinde olması, çok sıra beklemeden ödeme yapıp çıkabilmek yine tercihinizi belirleyebilir.
İki yıldan fazla çalıştığım çok uluslu unlu mamüller firmasının Türkiye’ye giriş hikayesi de tüketicilerin alışverişlerinde, tercihlerini nelerin belirlediği ile ilgili bir çalışma sonucunda olmuştu. Keyifli alışveriş mottosuyla öne çıkan ülkemizin en büyük ulusal zincirinin yaptırdığı çalışma sonucu, tüketicilerin market tercihlerini, et, unlu mamüller ve sebze-meyve reyonlarının ciddi şekilde belirlediği ortaya çıkmıştı. Düşündüğünüzde aslında pekte şaşırtıcı bir sonuç değil. Alınan kolanın, cipsin, çikolatanın veya deterjanın aynı markalarını diğer marketlerde de bulma şansına sahipsiniz. Bu noktada yapılması gereken sadece fiyat karşılaştırması olacaktır.
Oysa özel üretilmiş unlu mamüllerin, taptaze meyvelerin veya özenle işlenmiş lezzetli etlerin standartını tutturmak pek de kolay değildir ve ayırt edilebilir şekilde tercihleri değiştirecektir. Haliyle bu üç reyonda da en iyi olmak mümkün değildir ancak en azından birinde açık ara en iyi olmak sizi farklılaştıracak ve tüketicilerin belkide her gün o reyona gelmesini sağlayacaktır. İşte benimde o dönemde çalıştığım şirketinde Türkiye’ye davet edilişi ulusal zincirin unlu mamüllerde imza ürünler satarak her gün müşterilerini bu reyona çekme planının ilk adımıydı. Gerçekten de plan işe yaramış, taptaze çıtır çıtır ürünleri ucuz olmasa da almak için gelen tüketici sayısı her geçen gün artmıştı. Zaten işin püf noktası tüketiciyi mağazaya sokabilmektir. O andan itibaren diğer ihtiyaçlarda satın alınır ve zamanla sadık müşteri portfoyü büyümeye devam eder.
Alışveriş listem meyve ve sebze ağırlıklı ise o gün sitenin sağ tarafına doğru gidip oradaki yerel zincirden alış veriş yaparım. En taze, en lezzetti meyveler oradadır ve kolay çürümezler fiyatları da rekabetçidir. Et için tercih ettiğim market ise sokağın aşağısında kasap reyonunda işini çok bilen çalışanların olduğu fiyatı uygun ama kaliteli etler satan büyük markettir.
Bahsettiğim üç reyon iyi yönetilip, rekabette standartan ayrıldığında ilave büyük cirolar ve yeni müşteriler kazanma yolunda büyük fırsatlar sunar. Ancak altını çizmek istediğim çok önemli bir konu ise güçlü yönünüzün iyi denetlenmediği, yönetilmediği takdirde zayıf yönünüze dönüşme olasılığının çok yüksek olmasıdır.
Pazarlama cephesinden bakarsak tüketicinin mağaza tercihinde, üç kritik alan rekabetin kaderini çizer;
1.Fark yaratılacak reyonun belirlenmesi (ürün odağı)
2.O farkı sürdürülebilir kılmak (operasyonel kalite)
3.Tüm bu süreci deneyim ve güvenle taçlandırmak (müşteri sadakati)
Stratejiler belirlenirken hedeflere ulaşmak için çizilen yol, tesadüflere, şanslara veya çalışanların insiyatifine bırakılmayacak kadar hayati önem taşır. Her gün eve giderken aldığınız ve sofranıza neşe katan tam tahıllı çıtır ve sıcak ekmeği artık o reyonda istediğiniz standarlarda bulamamaya başlar ve bu şekilde devam ederse, sadece o reyonu değil mağazayı dahi cezalandırıp başka bir yerden alışveriş yapmaya başlayabilirsiniz. Mağazanın güçlü yönü bir anda zayıf yönüne dönüşüp reputasyon ve müşteri kaybıyla sonuçlanabilir. Bahsettiğim üç reyonda da tecrübeli çalışan faktörü çok önemlidir ve meydana gelen boşluğu hemen telafi etmek mümkün olamamaktadır. Bu durumda en ucuz, en taze, en kaliteli ürünü satmak kadar bu hizmetin sürekliliği de ön plana çıkmaktadır. Daha pahalı olmasına rağmen belirli markaları tercih etmemizin de en önemli sebebi belirli bir standart ve kalite vaad edilmesi değil midir?
Tüm bunları dikkate aldığımızda iki önemli konu öne çıkmaktadır. İlki rekabette size avantaj sağlayacak tüketicinin aklında ve kalbinde yer edecek bir ürün, hizmet veya katma değeri seçmek ve bu konuda uzmanlaşmaktır. İkincisi ise bu güçlü yönümüzü şansa bırakmayarak istikrarlı bir şekilde sürdürebilmektir.
Fiyat, tüketiciyi cezbedebilir ama markaya sadakat kazandırmaz. Sadakat güvenle gelir. Güven ise süreklilikle beslenir. Bu nedenle markaların sadece farklılaşacakları alana değil, o farkı sürdürecek organizasyona da yatırım yapması gerekir. Çünkü güvenin kazanılması ne kadar zorsa kaybedilmesi de bir o kadar kolaydır.
Tüketici akıllıdır. Ucuz ürünün bedelini bir şekilde ödeyeceğini bilir. Kaliteli ve güvendiği bir markaya her zaman bir adım daha yakın durur. Market alışverişi de bize bunu gösterir. Raflarda başlayan sadakat, uzun vadeli bir marka ilişkisine dönüşür.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Sosyal Medyada Paylaş

Popüler Yazılar

Bunları da sevebilirsiniz
Bunları da sevebilirsiniz

İş gücünü dönüştüren 4 Teknoloji ve 7 İş gücü sektörü

WEF’in Ekim 2025 tarihli “Jobs of Tomorrow” beyaz kâğıdı, işgücünü dönüştüren dört teknolojiyi, AI, robotlar ve otonom sistemler (fiziksel AI), enerji teknolojileri ile ağlar ve algılama, merkeze alıp dünyanın en büyük yedi iş grubuna (tarım, imalat, inşaat, işletme-yönetim, toptan/perakende, ulaştırma-lojistik, sağlık) etkilerini resmediyor: İşverenlerin %86’sı AI’ın 2030’a dek şirketlerini dönüştüreceğini öngörürken, gen AI tabanlı “AI ajanlarının” bağımsız görev yürütmesi üretkenlik vaat ediyor fakat gizlilik ve güvenilirlik risklerini büyütüyor; robotik kurulumları 2020’den beri yılda %5–7 artarken son iki yıldaki yaklaşık %40’lık maliyet düşüşü ve kurulumların %80’inin Çin, Japonya, ABD, Kore ve Almanya’da yoğunlaşması fiziksel otomasyonu hızlandırıyor; enerji tarafında işverenlerin %41’i dönüşüm bekliyor ve EV’ler ile veri merkezleri yeni talep dalgaları yaratıyor; ağ ve sensörlerdeki ilerleme (yüksek çözünürlüklü kameralar, LiDAR, dokunsal sensörler) diğer tüm teknolojilerin etkinliğini katlıyor, ancak Avrupa’daki %91’e karşı Afrika’daki %38 internet erişimi dijital uçurumu büyütme riski taşıyor. Bu tablo, tarımda dron operatörlerinden veri analistlerine uzanan yeni rolleri, imalatta AI destekli kalite güvencesi ve kök neden analitiğini, inşaatta BIM+AI ve yarı otomatik tuğla döşemeyi, işletme-yönetimde uzaktan çalışmanın ve Aİ’nin belirsiz denklemini, perakendede talep tahmini ve enerji depolama altyapısının teknik operatör ihtiyacını, lojistikte AI ajanları, depo robotları ve gerçek zamanlı platform optimizasyonunu, sağlıkta idari otomasyonla %70–90’a varan işlem süresi düşüşlerini ve tahmine dayalı analitiği bir arada gösteriyor; fakat aynı anda beceri-eğitim uyumsuzluğu, düşük-orta beceri işlerde kitlesel kayıp, insan özneliğinin algoritmik erozyonu ve enerji/ekoloji sınırları gibi kırılganlıkları büyütüyor. Sonuçta resim net: üretkenlik ve ölçeklenebilirlik teknolojiden gelir, ama geleceğin işinde değeri belirleyecek olan hâlâ insanın kendisi, yaratıcılık, etik yargı, empati ve uyum becerisi; yani makinenin kurduğu düzenin içinde anlamı kurabilme gücü.

Kapıdan Gidenler, Gönülden Gitmeyenler: İşten Çıkarmanın İnsani Yüzü

Özetleyici şöyle dedi: Bir iş görüşmesinde adayın “En son işten çıkarılan kişinin sebebi neydi ve bu sürece nasıl yaklaştınız?” sorusu, konunun özünü tek cümlede yakalamıştı: Bir şirketin karakteri, zor zamanlarda insanlarına nasıl davrandığıyla belli olur. İşten çıkarma genellikle bir maliyet önlemi gibi görülür, ama asıl maliyet içeride kalır; güven, bağlılık ve üretkenlik sessizce azalır. Araştırmalar, saygısız ve şeffaflıktan yoksun süreçlerin çalışan bağlılığını ve iş tatminini dramatik biçimde düşürdüğünü gösteriyor. Kalanlar, bir sonraki sıranın kendilerine gelip gelmeyeceğini düşünür; ortaya çıkan sadakat, çoğu kez yalnızca hayatta kalma içgüdüsüdür. Oysa bir çalışanı nasıl uğurladığınız, kalanlara verdiğiniz en kalıcı kültür dersidir. Saygıyla yönetilen bir ayrılık, ileride mezunlar ve “bumerang” çalışanlar olarak geri dönen gerçek bağlılık tohumlarını eker. Bu nedenle şeffaflık, teşekkür ve onurlu veda mektupları sadece nezaket değil, stratejik bir yatırımdır. Çünkü insanlar işten çıkarılma anında değil, o anın nasıl yönetildiğinde şirketlerine dair gerçek fikri edinirler. Bir fırtına geçtikten sonra kurumun geleceğini belirleyen, gidenlerin ardında kalan sessizlikte duyulan güvendir.

İş Hayatında Sessiz Felaketler

Sabahları aynı yüzler, aynı sessizlik; herkesin elinde telefon, yüzünde yorgun bir ciddiyet. Modern çağın görünmez marşı, verimlilik temposuyla atılan adımların arasında insanın sesi kayboluyor. Artık felaketler iflasla, krizle değil, içten içe yanan tükenmişlikle ölçülüyor. Dışarıdan parlak, içeriden boş insanlar birer birer sabah işe koşarken aslında kaçıyor, kendinden, sessizlikten, anlam arayışından. Kariyer bir umut olmaktan çıkıp bir yarışa, bir maskeye dönüşmüş; herkes güçlü görünmeye mecbur, herkes “iyiymiş gibi” yapıyor. Mobbing, görünmeyen rekabet, gülümseyen yorgunluk… Modern ofisler sessiz yangınlarla dolu. Bir mail, bir karar her şeyi yıkabiliyor, çünkü sistemde insanın adı yok. Ama yine de bir umut var: çünkü felaketin içinde bile insaf, anlayış, teşekkür hâlâ mümkün. Çalışmak, sadece üretmek değil; yaşamakla, anlamla, insanla bağ kurmak olmalı. Asıl felaket unutmaktır ,neden başladığımızı, neye inandığımızı unuttuğumuzda. Yorgun yüzlerin arasında hâlâ “Ben hâlâ kendim miyim?” diye soranlar var. O soru varsa, umut da var. Çünkü insan, çalışarak değil, anlamını koruyarak insan kalır.

Kamera, Işıklar, Motor?

Yapay zekanın yaygınlaşmasıyla birlikte, kullanım alanları veri analizinden sanata, yazıdan videoya kadar genişledi. DALL-E ve Imagen gibi ilk görüntü modelleri hatalarına rağmen bu devrimin öncüleriydi; ardından gelen Veo 3, sesli video üretebilen ilk model olarak çıtayı yükseltti. Aynı dönemde “AI Commissioner” filmiyle dünyanın ilk yapay zeka aktrisi Tilly Norwood sahneye çıktı, hatta bir menajerlik ajansına kaydoldu. Meta, Midjourney ortaklığıyla “Vibes” adını verdiği tamamen yapay zekalı bir video paylaşım alanı kurarken, OpenAI da Sora 2 modelini ve buna bağlı sosyal medya platformunu duyurdu; kullanıcılar artık yapay zekayla video üretip birbirlerinin içeriklerini yeniden kurgulayabiliyor. Google’ın Veo 3.1 sürümü ise daha doğal sesler, gelişmiş dudak senkronu ve kesintisiz sahne akışıyla dikkat çekti. Kusurları hâlâ gözle görülse de bu modeller artık insan benzeri karakterler yaratabiliyor, fiziksel tutarlılığı koruyabiliyor ve hikâye devamlılığını yakalayabiliyor. OpenAI destekli 30 milyon dolarlık “Critterz” filmi ve Amazon’un kişiye özel içerik üreten Showrunner projesi, sinema ve eğlencenin geleceğine işaret ediyor. Ancak tüm bu ilerlemenin merkezinde hâlâ insan var; çünkü yapay zekanın yaratıcılığı bile insanın üretiminden doğuyor. Bu nedenle teknolojinin gelişimi, sanatçıyı dışlamadan ve kötüye kullanıma açık bırakmadan sürdürülmek zorunda.