Sabah kalktığınızda aynaya bakıyorsunuz. Gözlerinizde biraz uyku mahmurluğu, yüzünüzde alışıldık çizgiler… Tanıdık bir yüz bu. Peki ya içindeki kişi? O gün kim olacak? İşe giderken takım elbise giyen, ayaklarını yere sağlam basmaya çalışan biri mi? Öğle arasında arkadaş grubuyla espriler yapan, maskesini bir anlığına unutan o kişi mi? Akşam çocuğunun saçlarını okşayan, gözlerinde sevgiyle dolan biri mi? Hepsi siz misiniz, yoksa yalnızca bir kısmı mı?
İnsan, çoğu zaman kendisini sabit bir kimlik olarak algılamak istiyor. Sanki özümüzde bir “gerçek ben” var ve geri kalan her şey onun etrafında oluşmuş, geçici katmanlar. Oysa hayat, bizden çok daha karmaşık ve katmanlı bir varlık çıkarıyor karşımıza. Her karşılaşma, her ortam, her ilişki bizi yeniden şekillendiriyor. Bazen ses tonumuz değişiyor, bazen yürüyüşümüz. Bazen başka biri gibi hissediyoruz kendimizi – hatta bazen, kendimiz gibi hissetmediğimiz hâllerin içinde bile “ben”liğimizin izlerini buluyoruz.
Bu değişimler rahatsız edici olabiliyor. “Neden bu kadar farklıyım her yerde?” diye sorduğumuz oluyor. Bir arkadaş grubunda şen kahkahalar atan bizle, evde sessizce oturan biz arasında dağlar kadar fark varsa, hangisi “sahici” oluyor? Cevap belki de şu: Hepsi. İnsan, tek bir yüzle açıklanamaz. Tıpkı bir kristal gibi, ışığın geliş yönüne göre farklı yansımalar gösteren bir yapıdayız. Her hâlimiz, her tepkimiz, içimizdeki binlerce parçanın bir araya gelişinden oluşuyor.
Sosyal psikolojide bu duruma “bağlamsal kimlik” deniyor. Yani, kim olduğumuz, içinde bulunduğumuz bağlama göre değişiyor. İş yerinde lider, evde anne-baba, sokakta sıradan bir vatandaş… Ve biz her bir rolü oynarken aslında farklı becerilerimizi, duygularımızı ve yönlerimizi açığa çıkarıyoruz. Bu durumun sahte ya da tutarsız olmakla bir ilgisi yok. Aksine, bu değişkenlik insan olmanın doğal bir parçası.
Ancak bu çoğullukla barışmak her zaman kolay olmuyor. Toplum, bizden çoğu zaman “tutarlılık” bekliyor. Aynı fikirde olmamızı, aynı çizgide yürümemizi, aynı şekilde davranmamızı istiyor. Değişen hâllerimizi anlayışla karşılamıyor, onları zayıflık ya da çelişki olarak görüyor. Oysa tutarlılık, her koşulda aynı kalmak değil; her koşulda kendinle dürüst kalabilmektir. Bazen gülerken, bazen ağlarken, bazen öfkeyle susarken bile… İçimizdeki o derin sesle temas halinde olabilmek.
Belki de “Hangi ben?” sorusu tam da bu yüzden önemli. Çünkü bu soru, bizi içimizdeki kalabalığa yöneltiyor. Orada, bastırdığımız sesleri, çocukluğumuzdan kalan kırıkları, başkalarının onayına göre şekillenen benliklerimizi buluyoruz. Ve belki de en değerli yolculuk, bu benlikler arasında kurduğumuz köprüdür.
İnsanı yalnızca başarılarıyla, fikirleriyle ya da alışkanlıklarıyla tanımlamak onu daraltmaktır. Oysa insan; değişen, dönüşen, gelişen bir varlık. Hem dün söylediğiyle bugün çelişebilir, hem aynı anda farklı duygular hissedebilir, hem de bir yandan gülüp bir yandan kırılmış olabilir. Bunu kabul etmek, hem kendimize hem de başkalarına karşı daha merhametli olmamızı sağlar.
Belki de “Ben kimim?” sorusunu bir tanım aracı olarak değil, bir keşif kapısı olarak görmeliyiz. Her cevabın geçici olduğunu, her hâlimizin bir iz taşıdığını, her parçanın bütünün kıymetli bir yansıması olduğunu fark ettiğimizde; o zaman gerçekten kendimize yaklaşmış oluruz.
Kısacası: Ben, her hâlimde varım. Ve belki de en hakiki “ben”, o hâllerin toplamında gizli.
Hangi Ben?
Tarih