Hayatımızı yaşıyor muyuz? Yoksa satıyor muyuz?

Tarih

Her sabah milyonlarca insan, ruhsuz bir ordunun askerleri gibi aynı saatte uyanıp aynı yollarda, aynı ofislere akın ediyor. Sanki görünmez bir el hepimizi aynı distopik senaryonun figüranları olmaya zorluyor. Ve biz, bu senaryoda başrol oyuncusu olduğumuzu sanarak kendimizi kandırıyoruz. Oysa sadece birer yedek oyuncuyuz, her an değiştirilebilir, her an gözden çıkarılabilir.
Modern çağın en büyük yalanıyla yaşıyoruz: “Çok çalışırsan başarılı olursun.” Peki bu başarı ne? Daha büyük ev, daha lüks araba, daha pahalı tatiller mi? Bunlar için ödediğimiz bedelin farkında mıyız gerçekten?
Peki gerçekte ne yapıyoruz? Hayatımızın en değerli hazinesini, o eşsiz ve geri döndürülemez zamanımızı, ucuz bir pazarda açık artırmaya çıkarıyoruz. Üstelik pazarlık bile yapmadan, bize biçilen değere razı olarak. Her sabah alarm çaldığında başlayan ve ancak gece yatağa bitkin düştüğümüzde biten bu döngü, aslında ruhumuzu parça parça satın alan bir şeytan anlaşması değil mi?
Düşünün ki günde ortalama 10-12 saatimizi işe ayırıyoruz. Sabah trafiğinde stres, ofiste gerginlik, akşam trafiğinde yorgunluk… Eve vardığımızda ise bitkin bir beden ve tükenmiş bir zihinle, sadece ertesi günün mesaisine hazırlanıyoruz. Adeta modern çağın köleleri gibi, dijital prangalarımızla dans ediyoruz. Telefonlarımız bir an sussa içimizi tarifi imkansız bir huzursuzluk kaplıyor. E-postalarımızı kontrol etmeden uyuyamıyoruz. Hafta sonu bile işi düşünmekten kendimizi alamıyoruz.
“Ama sistem böyle işliyor, başka çare yok” diyenlere sesleniyorum: Atalarımız mağaralarda yaşarken de sistem öyleydi, ama değişti. Kölelik normaldi, ama değişti. Kadınlar oy kullanamıyordu, ama değişti. Sistem değişmez değil, biz değiştirmek için cesaret edemiyoruz. Konfor alanımızdan çıkmaya korkuyoruz. Ya başarısız olursak? Ya elimizdekini de kaybedersek? Bu korkular bizi esir alıyor ve değişimin önündeki en büyük engel haline geliyor.
Karşılığında ne alıyoruz? Ayın sonunda banka hesabımıza yatan rakamlar… O rakamlarla da lüks sandığımız ama aslında orta sınıf bir yaşamın taksitlerini ödüyoruz. 15 yıllık ev kredisi, 5 yıllık araba kredisi, hiç bitmeyen kredi kartı borçları… Resmen geleceğimizi ipotek altına alıyoruz. Üstelik bu borçlar bizi sisteme daha sıkı bağlıyor, değişim için gereken cesareti daha da azaltıyor.
En acısı da ne biliyor musunuz? Çocuğunuzun ilk adımını şirket toplantısında aldığınız bir telefon mesajıyla öğrenmek… Annenizin hastalığında yanında olamamak… Eşinizle göz göze geldiğinizde birbirinize yabancılaştığınızı fark etmek… Aynada her baktığınızda biraz daha yaşlanan ve mutsuzlaşan bir yüzle karşılaşmak… İşte bunlar, parayla satın alamayacağımız, bir kez kaçırdığımızda asla geri getiremeyeceğimiz anlar.
Sosyal medyada paylaştığımız “mutlu” fotoğraflar da bu acı gerçeği örtemiyor. Haftada bir gün brunch’ta çekilen fotoğraflar, yılda bir kez gidilen tatil pozları, ayda bir yapılan aile ziyaretleri… Bunlar sadece vicdanımızı rahatlatmaya çalıştığımız küçük kaçamaklar değil mi?
Bu köşe yazısını belki de gizlice iş yerinde okuyorsunuz. Patronunuz görmesin diye ekranı küçültüp, “meşgul çalışıyor” görünmeye çalışarak… İşte tam da bu davranışınız, modern köleliğin en acı kanıtı değil mi? Özgür olduğunu sanan ama her hareketi kontrol altında tutulan bir varlığa dönüşmüş durumda değil miyiz?
Tamam o zaman çözüm ne? Önce uyanmak… Sonra cesur olmak… “Başka bir hayat mümkün mü?” sorusunu kendimize sormaya başlamak… Belki daha azla yetinmeyi öğrenmek… Belki kendi işimizi kurmak… Belki tüketim çılgınlığından vazgeçmek… Ama mutlaka değişmek ve değiştirmek… Çünkü böyle yaşamak, yaşamak değil, sadece var olmak.
Minimalizmi düşünün mesela. Daha az eşya, daha az borç, daha az stres… Ya da uzaktan çalışmayı… Belki freelance işleri… Ya da küçük bir kasabada, daha mütevazı ama daha huzurlu bir hayatı… Alternatifler var, yeter ki görmek isteyelim.
Çünkü zaman sadece para değil, bizzat hayatın kendisi. Ve biz hayatımızı satarken, aslında yavaş yavaş ölüyoruz. Hem de çok ucuza… Her geçen gün, her geçen saat, her geçen dakika bizi biraz daha tüketiyor. Ve en kötüsü, bunun farkında bile değiliz.
Bu yazıyı okuduğunuzda belki rahatsız oldunuz. Olun zaten… Çünkü rahatsızlık değişimin ilk adımıdır. Ve değişmek için, önce mevcut durumunuzdan rahatsız olmalısınız. Bu rahatsızlık sizi harekete geçirecek kıvılcım olabilir.
Son bir soru: Bu akşam eve gittiğinizde aynaya bakın ve kendinize sorun – “Hayatımı gerçekten yaşıyor muyum, yoksa sadece satıyor muyum?” “Bu koşuşturma içinde kaybettiğim şeyler, kazandıklarımdan daha mı değerli?”
Cevabı siz verin. Ama dürüstçe… Çünkü bu sorunun cevabı, sadece bir kariyer seçimi değil, bir yaşam seçimi. Ve her seçim gibi bunun da bir bedeli var. Soru şu: Ödediğiniz bedel, aldığınız şeye değiyor mu?

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Sosyal Medyada Paylaş

Popüler Yazılar

Bunları da sevebilirsiniz
Bunları da sevebilirsiniz

Demografinin eğilimini değişim olmadan anlayabilmek

Bilinen o ki, değişimin öncesine dayanan bir ömrü vardır....

Zihinden Bilince Geçen Liderlerin Ortak Sırrı; Sessizlik

Modern iş dünyasında çoğu yönetici hız, veri ve kontrol...

Güzellik sektörü, sağlık sektörüne karşı

Ahh hanımlar, hanımlar! Oturun, çayınızı koyun, çünkü size bugün...

Departmanlar arası iletişimsizliğin, Görünmeyen maliyetin anatomisi

Departmanlar arası iletişim kopuklukları, işletmenin arka planda büyüyen ve...