İş dünyası denilen yüzlerce yıllık döngü yakın geçmişte son derece radikal biçimde değişti ve bu değişim hızlanarak devam ediyor. Olumsuzluklar artan çözümsüzlük de de aynı oranda büyüyor!
İş dünyasının büyük resmini daha iyi görmek için bir adım geri çekilip bakmakta yarar var. Bazı değişimleri anlamak için detayda boğulmaktan uzak durmak için bu şart. İçindeyken görülmesi güç olanı dışarıdan bakanın bir anda görmesi de bu açıdan çok değerli. Fazla değil, 50 yıl önce yıkılmaz sanılan şirketlerin ve markaların büyük bölümü bugün yok. Öyle ki adlarını hatırlayanlara rastlamak bile “mucize” olmasa da zor. Günümüz iş dünyasında büyüyenlere odaklanılsa da ortalık kaybolan şirketler ve bunlara eşlik eden kaybeden yönetilerden geçilmiyor.
Hızla artan isteksizlikten performans düşüklüğüne, mobbing’den tacize, tükenmişlikten kriminal durumlara kadar yığınla mesele yaşanıyor. Geçmişte “başarı öyküleri” anlatılırken bugün neredeyse dava dosyaları” konuşulur halde. Bütün bunlar pek çok şeyin yanlış yapıldığını, hatalar yaşandığını ortaya koyuyor…
İş dünyası, yıllardır belli ilkeler, yapılar ve döngüler içinde varlığını sürdürdü. Ancak son birkaç on yılda, bu döngü radikal bir biçimde değişime uğradı ve bu değişim durmak bir yana, hızlanarak devam ediyor. Değişim her zaman bir fırsat kapısı olabilir; fakat bu ölçekteki bir dönüşüm, aynı zamanda büyük bir kriz ve çözülme anlamına da gelebilir.
Günümüzde çöküşün ta kendisi…
Bugün, iş dünyasının içinde olanlar için yaşananları anlamlandırmak oldukça güç. Çünkü değişimin tam ortasındayız. Bu nedenle, olup biteni anlayabilmek için bir adım geri çekilip büyük resme bakmak şart. İçindeyken fark edilemeyen dinamikler, dışarıdan bakan bir göz için çok daha net ve anlaşılır hale gelir. Bu mesafe, yalnızca analiz için değil, çözüm üretmek için de gereklidir.
Çok değil, yalnızca 50 yıl önce “yıkılmaz” sanılan dev şirketlerin bugün adları bile hatırlanmıyor. Yükselen trendlerin, büyüyen firmaların parlak ışıkları altında çoğu zaman fark edilmese de, ortalık kaybolan markalarla, tükenmiş yöneticilerle, dağılan ekiplerle dolu. Hatta artık başarı hikâyelerinden çok, dava dosyaları konuşulur hale geldi.
Bütün bunlar, yalnızca bireysel hatalardan değil, sistemsel bir krizin işaretlerinden biri. Bu kriz, sadece şirketleri değil, bireyleri, toplumları ve geleceğimizi etkileyebilecek kadar derin. Dolayısıyla bu değişimi sadece izlemek değil, anlamak ve yönetmek gerekiyor.
İlk göze çarpan da kurumsal ve etik değerlerin yerini bireysel çıkarların yeralması ve “küçük düşünme” zafiyeti oluyor.
Değişmeyen tek şey değişim!
Değişim, yaşamın kaçınılmaz yasalarından biri! Ancak son yüzyılda insanlık yalnızca değişimin hızına değil, anlamına da yetişemez hale geldi. Bu durumun en açık tezahürlerinden biri de iş dünyasında gözlemlenmektedir. Yüzlerce yıl boyunca belli kurallar ve yapıların içinde işleyen bir sistem, günümüzde radikal bir dönüşüm geçirmekte ve bu dönüşüm, artık yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda ontolojik bir mesele haline gelmiştir.
Bu noktada “değişim” ile “kriz” kavramlarını birarada ele almak hatta karşılaştırmalı incelemek gerekiyor. Felsefeye meraklı olanlar için; “Herakleitos’un Nehri mi, Nietzsche’nin Uçurumu mu?” vektörleri ile de ilerlemek mümkündür. Antik filozof Herakleitos, “Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz,” diyerek değişimin evrenselliğini vurgulamıştır. Ancak bugün yaşanan değişim, yalnızca bir nehrin akışı değil, adeta yatağından taşmış bir sel gibidir. Bu değişim, insanı yalnızca dış koşullara değil, kendi iç benliğine de yabancılaştırmaktadır. Nietzsche’nin “değerlerin yeniden değerlendirilmesi” çağrısı, günümüz iş dünyasında büyük bir yankı bulur. Çünkü sistem artık klasik anlamda erdem, sadakat, sabır, üretkenlik gibi değerleri değil; hız, görünürlük, esneklik ve “ölçülebilir başarı”yı kutsamaktadır. Bu durum, Nietzsche’nin deyimiyle bir “nihilizm”e, yani değerlerin içinin boşaltıldığı bir evreye işaret eder.
Kurumlar değil insanlar yıkılıyor…
Kurumların yıkıldığını görürken insanları “yaşlandı” diyerek kolluyor muyuz? Yanıtlanması zor br soru! Kurumsal yapılar, kendi içlerinde bir “varlık” olarak düşünülürse, bu yapının anlamı artık unutulmuş, yalnızca işlevi kalmıştır. İşlevi ortadan kalktığında ise varlığı da silinir. Ancak asıl tehlike şirketlerin yok oluşunda değil; bu yok oluşun, içinde çalışan insanları nasıl bir yabancılaşmaya sürüklediğindedir. Marx’ın “emeğin yabancılaşması” kavramı, bugün fiziksel üretimden çok zihinsel ve duygusal emeğin metalaşması ile daha da derinleşmiştir. İnsan artık yalnızca işini değil, benliğini de sermayeye sunmak zorundadır.
Modern köleliğe övgü
Farkında bile olmadan bugünün insanın yüzlerce yıl öncesinin esir ticaretine konu olan yaşam alanından sökülen, yabancı olduğu ortamda çalışan, gece gündüz performans beklenen, her an hazır olması beklenen kölelere dönüşüyor. Öyle ya ödenen maaş ile paralel kullanılan krediler, fütursuzca sayıları aratan kredi kartları, şirket arabası, kurumsal telefon hatları ve diğer yan faydalar beyaz yakalıların bugünkü prangaları ya da tasmaları işlevini sürdürüyor. Bunlara sırt dönmek mümkün mü? Değil ama deneyenleri de yok saymamak gerek. Tek tük de olsa alternatif yaşam arayanlara rastlamak mümkün. Deryada damla olsalar da…
Burada Simone Weil’in şu sözü anlam kazanır: “Zorunluluklar altında ezilen insan, özgürlükten çok hayatta kalmaya odaklanır.” Çalışanlar için iş, artık kendini gerçekleştirme değil, yalnızca varlığını sürdürmenin bir aracı haline gelmiştir. Bu durum, Viktor Frankl’ın “anlam boşluğu” dediği varoluşsal krizle örtüşür. İnsan, çalışırken artık üretmiyor; yalnızca tükeniyor.
Değerlerin sonu, anlam arayışının başı mı?
Uzun vadeli ve kurumsal değerlerin yerini kısa vadeli manevraların alması, bir değer çöküşünü işaret eder. Fakat her çöküş, yeni bir inşa imkânı da barındırır. Hannah Arendt’in belirttiği gibi, insan eyleyen bir varlıktır ve eylem, yalnızca geçmişe tepki değil, geleceğe yönelmiş bir anlam arayışıdır.
Bugünün karmaşası içinde, iş dünyasının belki de en çok ihtiyaç duyduğu şey, felsefî bir durup düşünme halidir. “Ne yapıyoruz?”, “Neden yapıyoruz?”, “Kimin için yapıyoruz?” gibi sorular yalnızca bireysel değil, kurumsal olarak da sorulmalıdır. Çünkü bu sorular sorulmadıkça, sistem yalnızca üretir; ama neyi, niçin ve kime karşı, bilinmeden. Sokrates’in “sorgulanmamış hayat yaşamaya değmez” sözü, bugün iş dünyası için de geçerlidir: Sorgulanmamış bir sistem, yalnızca başarıyı değil, insanı da kaybeder.
Kim bilir belki insandan bile acımasız olan zaman ve insanın aklı başından alan bu değişim belki aklı geri kazandıracak yepyeni bir dinamiktir.
İş dünyasındaki akıl almaz değişim insanın aklını başından alabilir mi?
Tarih