İşten ayrıldın. Son e-postanı attın, bilgisayar ekranı kapanırken kendi yansımanı gördün. Birkaç eşya toplandı: bir kalem, bir defter, bir kupa. Kimse dramatik bir şey söylemedi. Bu tür sahneler genellikle sessizlikle biter. İşte o sessizlikte, çok uzun zamandır sana ait olmayan bir zamanın içine düşersin.
Birkaç gün boyunca, sabahları erken uyanmaya devam edersin. İnsan bedeni alışkanlıklara inanır, aklıysa onlara direnir. Kahveni aynı saatte yapar, elini eski çantana uzatır, sonra hatırlarsın: gitmen gereken bir yer yok. Bu farkındalık önce tuhaf, sonra keskin bir sızıya dönüşür.
Büyük şehirlerde her yıl on binlerce insan iş değiştiriyor. Kimi kendi isteğiyle, kimi bir e-postayla. Ekonomik raporlar, işsizlik oranlarını yüzde on civarında gösteriyor. Fakat sayılar, o gün senin mutfağında yankılanan sessizliği anlatmaz. İşten ayrılmak, aslında bir sistemden dışarı atılmak değil; sistemin dışındaki havayı ilk kez solumaktır.
İş, yıllar içinde kimliğine karışmıştır. “Ne iş yapıyorsun?” sorusu, “Sen kimsin?” sorusunun kibar hâlidir. İnsanlar seninle sohbet ederken mesleğini duymak ister; çünkü o bilgi, seni nereye koyacaklarını belirler. İşten ayrıldığında bu koordinat kaybolur. Artık haritada bir yerin yoktur.
Birkaç hafta geçtikten sonra fark edersin ki, gündüzler daha uzun. Artık toplantıların, raporların, hedef listelerinin arasında kaybolmuyorsun. Ama bu yeni açıklık, seni rahatsız eder. Boşluk rahatsız eder. Çünkü hep bir doluluk hissiyle yaşamaya alıştırılmışsındır. İnsanlara “boşum” demek, neredeyse suç gibi gelir.
Ekonomi sayfaları, istihdam piyasasındaki daralmadan söz ediyor. Rakamlar, geçen yıla göre küçük değişimlerden bahsediyor; iş arayanların sayısı milyonları buluyor. Fakat o haberleri okurken şunu fark ediyorsun: kimse senin hikâyeni anlatmıyor. Kimse “bir işten ayrılmanın ruh hâli”ni grafiklere yerleştiremiyor. Oysa o ruh hâli, bütün bir toplumun görünmeyen dip dalgası.
İşten ayrıldıktan sonra insanın zamanı genişliyor ama para daralıyor. Bu ikisi arasında tuhaf bir denge kuruluyor. Zaman çoğalıyor; sabah yürüyüşleri, uzun kahvaltılar, yarım kalmış kitaplar. Ama her şeyin bedelini hatırlatan bir kaygı hep orada. Kira, fatura, market fiyatları. Veriler, alım gücünün her yıl azaldığını söylüyor. Ama verilerin sesi de soğuk. Onlar, gece uykusuzluğunun içinde dönüp duran düşünceleri duymuyor.
Birçok insan gibi sen de “kendine zaman ayırmak” istiyorsun. Bu cümle, iyi hissettiren bir lüks gibi duyuluyor ama aslında bir kaçış biçimi. Zaman, üzerine düşülmemiş bir sorumluluk gibi büyüyor. Her sabah, yeni bir anlam bulmak zorunda hissediyorsun. İşten ayrıldıktan sonra anlam üretmek, üretimden daha zor.
Toplum, işsizliği utançla ilişkilendiriyor. İşini kaybeden insan, sanki bir başarısızlık örneğiymiş gibi. Oysa çoğu zaman bu “kaybediş”, sistemin ritmine uymamaktan kaynaklanıyor. Belki de bir tür dürüstlük. Belki artık o ritim, seni taşıyamadığı için dışarı düşüyorsun. Ama kimse sana bunu kutlamanı öğretmedi.
Birkaç hafta sonra, kendi iç sesini duymaya başlıyorsun. Daha önce işin gürültüsü içinde kaybolmuş olan bir ses. Şimdi daha net: “Gerçekten ne istiyorum?” Bu soruya hemen yanıt veremiyorsun. Çünkü yıllardır cevap değil, görev üretiyordun. Ama zamanla, görevlerin yerini dürüstlük alıyor.
Bir gün, bir kahve dükkanında eski bir meslektaşına rastlıyorsun. O hâlâ aynı şirkette, aynı pozisyonda. Sohbet sırasında seni merak ediyor, ama merakı nezaketin arkasına gizlenmiş. “Ne yapıyorsun şimdi?” diyor. Bu cümlede gizli bir yargı vardır; çünkü toplum, üretim dışı kalanı anlamakta zorlanır. Gülümsüyorsun. “Şimdilik düşünüyorum,” diyorsun. Bu cümle, aynı anda hem savunma hem özgürlük bildirisi gibi geliyor kulağına.
Zaman geçtikçe bir şey daha fark ediyorsun: insanlar, işlerinden çok işlerinin diliyle konuşuyorlar. “Deadline”, “performans”, “networking” gibi kelimeler, sanki bir kimlik biçimi. İşten ayrıldığında o kelimeleri de yitiriyorsun. Dilin sadeleşiyor. Cümlelerin kısalıyor. Bir bakıma, insanlığa geri dönüyorsun.
Ama elbette özgürlüğün romantik tarafı kısa sürüyor. Faturalar, taahhütler, beklenmedik arızalar… Veriler, ülkedeki hane borç oranlarının yükseldiğini söylüyor. Yaklaşık her üç kişiden biri borçla yaşıyor. Bu sayıların içinde sen de varsın. Ama bu sefer kendi hikâyeni, yalnızca bir istatistik olarak görmek istemiyorsun.
İşten ayrıldıktan sonra belki birkaç iş görüşmesi yapıyorsun. Bazıları iyi geçiyor, bazıları kötü. Artık iş dünyasının dili sana yabancı gelmeye başlıyor. “Vizyon”, “misyon”, “dinamik ekip” gibi kelimeler, sanki plastikten yapılmış gibi. Oysa sen artık başka bir şey arıyorsun: içtenlik. Belki küçük, belki kırılgan, ama içten bir yer.
Bir süre sonra anlıyorsun ki, bu hikâye sadece senin değil. Her sokakta, her kafede, her metro durağında senin gibiler var. Kimisi yeni bir başlangıcın eşiğinde, kimisi hâlâ geçmişini taşımakta. Ekonomik raporlar, bu insanların sayısını milyonlarla ifade ediyor. Ama asıl mesele, o milyonların kendi içlerinde ne yaşadıkları. Çünkü sistem, rakamları takip eder; insanı değil.
İşten ayrılmak, modern dünyanın en sessiz devrimlerinden biri belki. Kimse bunun için yürüyüş düzenlemez, pankart taşımaz. Ama her “artık yeter” diyen insan, bir zinciri gevşetir. Bu devrim, tek kişiliktir.
Sonra bir sabah, perdeden sızan ışıkta fark edersin: uyanmışsın ama acele etmiyorsun. İçinde hâlâ korku var, ama bu kez ona sahip çıkabiliyorsun. Çünkü korku, hâlâ bir umut işareti. Yaşamın başka biçimlerine açık olduğunun kanıtı.
Belki yakında yeni bir işe başlayacaksın. Belki bambaşka bir yöne gideceksin. Ama artık biliyorsun: ne işin, ne unvanın seni tanımlamıyor. Çünkü işten ayrılmak, aslında kendinden kopmamak için atılmış bir adımdı.
Ve o an geldiğinde, yeni bir başlangıcın eşiğinde,sessizce gülümsüyorsun. Çünkü artık biliyorsun: her şey bittiğinde, geriye sadece sen kalıyorsun. Ve bu, düşündüğünden çok daha büyük bir şey.
Tarih
