Kader kurbanı olmak ile kaderi inşa etmek…

Tarih

Her başarısızlığı “kader” olarak tarif etmek, bir anlamda “benim burda payım yok” diyerek sıyrılmaya çalışmak eğitimsizler arasında olduğu kadar eğitimliler arasında da yaygındır. Bu durumda coğrafyanın da iklimin de payı vardır…
Kader ya da yazgı gündeme gelince bireylerin duruşu ile toplumun takındığı tavrı ayrı ayrı ele almakta yarar vardır. Birinde geçerli olan diğerinde havada kalabilir, birini açıklayan diğerinde yetersiz olabilir. Ortak paydaları “kaçış” olarak öne çıksa da iş dünyası söz konusu olunca olumsuz yanlar kadar şaşırtıcıdır belki ama olumlu yanlar da söz konusudur.
Burada bireylerin ve toplumun eğitim seviyesi de matrisi zenginleştirecek, analizi derinleştirecek bir başka etkendir.
Kader neden hep “kurban” arar?
Eğitimsizler için; daha çok değiştirilemez ve ilahi planın bir parçası olarak görülür. En azından algı bu yöndedir ama aynı konu eğitimlilere geldiğinde aynı kavram, felsefi veya psikolojik boyutuyla ele alınmaya evrilir. Anlatım da anlayış da çok daha sembolik yorumlar ile taçlanır. Hemen hemen aynı durumla karşılaşan bir beyaz yakalı ile mavi yakalı arasında dağlar kadar olmasa da bariz bir fark olduğunu herkes görebilir.
Kaderi algılama biçimleri ile başlayan farklılık yükledikleri anlam ile bütünlenir, sonra da sitem ile sonlanır. Kadere lanet edenler de aynı iklimde yaşayanlardır, aynı havayı ve suyu tüketirler karşılaştığı sorunu aşmak isteyenler de…
Sorumluluk parametresi belirleyicidir!
Bazılarında deyim yerindeyse “sorumluluktan kaçış eşiği” oldukça yüksektir ve başkalarının kişisel hatalarına ve şans ya da talihsizlik gibi dış faktörlere yüklenmeyi seçerler. Eğitimliler arasında aynı dış faktörler kabul edilse de kişisel sorumluluk vurgusu çok daha fazladır. Karar alma becerisi de tevekkül yani kabullenme ve edilgenlik odaklıdır. Risk alma yok denecek kadar azdır. Diğer grupta ise analitik düşünce, risk analizi ve strateji geliştirme eğilimi baskındır. Bu da çözüm demektir, en azından çözüm dairesi içinde olmak anlamına gelir.
Verilen kararların değerlendirilmesi de iki grup arasında farklıdır. Eğitimsizler “kader” söylemi ile kabullenme ve yeniliğe kapalı olma eğilimi sergilerken, diğer grupta sebep-sonuç ilişkisi kurularak tekrar deneme eğilimi daha yüksektir. Bunun açıklaması öğrenme gayretinin güçlü olmasıdır.
Olumlu yanlar ile olumsuz yanların tartılması…
Bu iş, kadim Mısır inancında ve misterlerinde ayrı bir yeri olan, kişinin sonraki dünyayı hak edip etmediğini ölçülmesi için ölenin kalbinin Maat’ın başındaki tüy ile tartılması kadar zordur.
Maat ne yapardı, nasıl yapardı bilinmez ama sembolik yaklaşım son derece netti. Tür ağır gelirse kişi yanlıştı, hafif kalırsa ölümsüzlük bileti cepte demekti.
Her şey düşünceler (thoughts) ile başlıyordu. Domino taşı gibi düşünülebilir. Sonraki taş, sözcükler (words) oluyordu. Onu eylemler (actions) takip ediyordu. Bir sonraki istasyon ise alışkanlıklardı, yani, habits. Alışkanlıklar karakteri (characters) belirlerken kişi hiç farkında bile olmadan kendi kaderini (destiny) belirliyordu. Kader veya yazgı hiç bir zaman yukarıdan gelmiyordu ya da gönderilmiyordu. Onu kişi adım adım ilerletiyor, ilmek ilmek dokuyordu. Her koşulda kendi eseri olduğunu biliyordu!
Sorumluluktan kaçma çizgisindeki çalışanlar ve/veya yöneticiler kurumsal gelişmenin ve dahası rekabetin önünde engel oluştururlar. Başarısızlıklarının nedeni olarak kendileri hariç başkalarını görürler. Durumdan ders çıkartmak yerine başkalarını suçlamayı ya da suçlu aramayı seçerler.
Başarı ya da başarısızlık kişisel çabadan çok “kader” ya da “yazgı” ile açıklanınca, motivasyon ve ödül-ceza sistemleri işlemez hale gelir. Kurumlarda, özellikle uluslararası rekabetin öne çıktığı alanlarda performans kültürünü ciddi yaralar alır, en azından zedelenir.
Gelecek planlamasında risk analizleri, pazar araştırmaları gibi bilimsel yöntemler yerine “olacağı varmış” anlayışının egemen kılınması şirketler kısa vadede olmasa da orta ve uzun vadede rekabet avantajını kaybeder. Bu durumun doğal neticesi de stratejik düşünmeye engel teşkil etmesidir.
Madalyonun iyi tarafı da var…
Çok olmasa da bu yaklaşımın iyi tarafları, pozitif katkıları yok değildir. Kriz anlarında psikolojik dayanak oluşturmaları bunların başında gelir. Büyük ekonomik krizler veya doğal afet gibi öngörülemeyen durumlarda “kader” inancı, kısa vadede moral desteği sağlayabilir. Bu da insanları ister mavi yakalı olsun ister beyaz olsun rahatlatır. Serin kanlı düşünmelerine olanak tanır. Bir anlamda zaman kazandırır.
Bireysel başarısızlıkların kabullenilmesi yolunda da önemli bir kilometre taşı oluşturur. Özellikle girişimciler açısından “kader” anlayışı; başarısız girişimlerin kişisel yetersizlikten değil “nasip değilmiş” algısı ile daha kolay yönetilmesine olanak tanır. Bu düşünce de yeni denemeler için moral oluşturabilir.
Domino taşları metaforu gündeme geldiğinde, her zaman “devrilme” ve “devrilenin bir sonrakini devireceği” ilk akla gelendir. Devrilme yönü nedense hiç düşünülmez. Oysa salınım da çok önemlidir.
Günümüzde “kaderci anlayış” ile ülke yönetilmesi ve bunun onlarca yıl sürdürülmesi de söz konusudur. Bu noktada “iyi” ya da “kötü” tartışması yapmak yerine baktığınız vektör ile “işe yarıyor mu yoksa yaramıyor mu?” değerlendirmesi öne çıkar. Yönetilenler ile yönetenler “işe yarıyor” ortak paydasında buluşurlar. Bu buluşma elbette bütünün yararına değildir. Adil olduğu da söylenemez. Tıpkı dünya kaynaklarının yüzde 90’ından fazlasının nüfusun yüzde 10’ndan az bir kesime yarar sağlaması ya da farklı bir ifade ile kaynakların yüzde 10’una yakın kısmın nüfusun yüzde 90’dan fazlası arasında bölüşülmesine benzer bir durum çıkar.
Kaderi inşa eden zihniyet sürekli olarak diğer kesimi “kadar” masalı ile avutur…
“Kader” ve “kısmet” kavramları ile bu arketiplerin ardındaki gerçekliği elbette göz ardı edemeyiz ama yüksek sesle LABOR OMNIA VINCIT diyerek “emeğin her şeyi yeneceğini” ilan edebiliriz.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Sosyal Medyada Paylaş

Popüler Yazılar

Bunları da sevebilirsiniz
Bunları da sevebilirsiniz

Bir kahve molasında satılan dostluklar

ChatGPT: İş hayatında insanı en çok yıpratan şey, uzun mesailer ya da düşük maaşlar değil; aynı hedef için omuz omuza çalıştığı bir arkadaşının bir gün sırtını dönmesidir. Çünkü ihanet, sadece bir güveni değil, insanın iç dengesini de yıkar. Kısa vadede kazandırıyor gibi görünse de, uzun vadede itibar kaybı kaçınılmazdır; zira iş dünyası küçük bir ekosistemdir ve “güvenilmez” damgası bir kez vuruldu mu silinmez. Üstelik ihanet sadece kurbanı değil, kurumu da zehirler: Güvenin olmadığı yerde cesaret, yaratıcılık ve bağlılık barınamaz. Adil ve şeffaf olmayan ortamlarda ihanet kök salar, sadakat ise susar. Oysa gerçek başarı, başkasının sırtına basarak değil, birlikte yükselerek kazanılır. Çünkü hiçbir unvan, dostluğu satmanın bıraktığı gölgeyi silemez; ihanet eden sonunda yalnız kalır, kazandığını sandığı her şeyin aslında kayıp olduğunu çok geç anlar. İş dünyasında en değerli sermaye ne para ne güçtür — güven ve itibardır, ve onu kaybeden gerçekte her şeyini kaybeder.

Kendimizi geçmek, Trafikteki araçları geçmek gibi değil

Hayatta başarıyı çoğu zaman yanlış tanımlıyoruz; sanki mesele, başkalarını sollayıp varış çizgisine önce ulaşmakmış gibi. Oysa hayat bir yarış pisti değil, sabırla geçilmesi gereken uzun bir trafik akışı ve bu trafikteki tek rakibimiz, dünkü halimiz. Toplum bize hep “daha hızlı, daha çok, daha önde ol” diyor ama asıl soru şu olmalı: “Ben bugün, dünün ben’inden daha mı iyiyim?” Kendini geçmek; büyük zaferler kazanmak değil, küçük alışkanlıkları dönüştürmektir — dün ertelediğini bugün yapabilmek, öfkelendiğin yerde susabilmek ya da kendine bir bardak su fazla içirebilmektir. Başkalarıyla kıyaslandığında sonuç hep huzursuzluk olur, çünkü bu yarışın sonu yoktur. Gerçek başarı, kendi gölgeni geçebildiğin o küçük ama anlamlı anlarda gizlidir. Çünkü insan, başkalarını değil, kendi sınırlarını aştığında özgürleşir.

Transpersonel liderlikte güven: Ruhsal bilinç ile kurulan ekipler

Transpersonel liderlik, liderliği yalnızca hedefler ve performansla sınırlamayıp, ekibin bilinç, ruhsal denge ve kolektif uyumunu da gözeten bir anlayıştır. Bu liderlik türü, çalışanları birer “kaynak” değil, potansiyelleri ve sezgileriyle bir bütün olarak görür. Uruguay eski başkanı Jose Mujica, mütevazı yaşam tarzı, şeffaflığı ve toplumsal faydayı merkeze alan yaklaşımıyla bu liderlik anlayışının canlı bir örneğidir. Transpersonel lider için güven, bir strateji değil, ruhsal bir sorumluluktur; çünkü güven, hem ekip enerjisinin hem de kolektif bilincin temelini oluşturur. Şirketlerde güvenli bir ortam yaratmak, çalışanların içsel motivasyonlarını, yaratıcılıklarını ve bağlılıklarını artırır. Ancak güven zedelendiğinde, liderin görevi hatalarını fark etmek, şeffaflıkla iletişim kurmak ve tutarlılıkla güveni yeniden inşa etmektir. Dürüstlük, empati, adalet ve bilinçli iletişim, transpersonel liderin en güçlü araçlarıdır. Gerçek liderlik, sadece sözlerle değil, varlığıyla güven veren bir enerji alanı yaratabilmektir.

Müşteri sadakati mi, maliyet mi? İade süreçlerinin marka imajına etkisi

Alışveriş artık yalnızca ürün almak değil, markayla kurulan ilişkinin bir parçası. Bu ilişkinin en kritik aşaması ise iade süreci. Çünkü iade, bir markanın müşterisine gerçekten ne kadar değer verdiğini gösteren sınavdır. Müşteri açısından kolay ve destekleyici bir iade süreci, güven ve sadakat duygusunu pekiştirirken; markalar için bu süreç, kısa vadede maliyet yaratsa da uzun vadede güçlü bir imaj ve sadık müşteri kitlesi kazandırır. Zorlaştırılan iade politikaları ise kaliteyi gölgede bırakır, olumsuz deneyimler hızla yayılır. Dolayısıyla asıl mesele “maliyet mi, sadakat mi?” değil; “bugünü mü kurtaracağız, geleceğe mi yatırım yapacağız?” sorusudur. Çünkü markalar bilir ki güven, iade sürecinde kazanılır ve bir kez kaybedildiğinde hiçbir reklam bütçesiyle geri alınamaz.