Kendimizi geçmek, Trafikteki araçları geçmek gibi değil

Tarih

Hayatımızda öyle bir yanlış algı var ki; sanıyoruz ki başarı, sağ şeritteki diğer araçları sollamak ve onlardan önce bir yere varmak gibi bir şeydir.. Halbuki gerçek şudur: Hayat bir yarış pisti değil, daha çok sabah trafiğine benzeyen sabır testidir. Ve orada sizin en büyük rakibiniz, dün sabah otoparktan çıkarken sola bile bakmadan dikkatsizce sağa dönen tam olarak kendinizsiniz.
Evet, kabul edelim. Hepimizin derdi “birilerini geçmek.” Okulda sınıfın birincisini, işte aynı masadaki mesai arkadaşını, mahalledeki komşunun eşini… Çocukken top koşturduğumuz sokakta bile derdimiz, Cin Ali’den hızlı koşmak değil miydi? Ama şu soruyu kendimize sormayı hiç denedik mi: “Ben, dünün ben’inden daha mı iyiyim?”
Dün ile Bugün Arasındaki İnce Çizgi
Şöyle düşünün: Dün sabah alarmı ertelemeden kalkabildiniz mi? Çamaşırları zamanında makineye attınız mı? WhatsApp’tan “tamam” yazmanız gereken yere üç gün sonra “kusura bakma, yeni gördüm” bahanesiyle döndünüz mü?
Eğer dünün sizinden daha derli toplu, daha enerjik, biraz daha sabırlıysanız, tebrikler! Siz Usain Bolt’u geçmemiş olabilirsiniz ama “erteleme huyu” denen dünya şampiyonunu sollamışsınız demektir.
Fakat mesele burada bitmiyor. Çünkü insanın kendisiyle yarışması, ironik bir şekilde, en yorucu maratonlardan biri. Koşu parkurunda yan şeritte kimse yok. Sadece siz ve kendi gölgeniz. Gölgeniz de öyle kolay pes etmiyor; tam “artık değiştim” dediğiniz anda, eski alışkanlıklarınız köşeden çıkıp “sürpriiiiz!” diyor.
Modern Dünyanın Yanlış Ölçüleri
Toplumun bize sürekli dayattığı bir şey var: “Daha çok kazan, daha çok göster, daha çok önde ol.” İşin trajikomik tarafı, bu “önde olma” meselesi o kadar ölçüsüz hale geldi ki, artık insanlar sosyal medyada bile “daha çok story” paylaşarak birbirini geçmeye çalışıyor.
Düşünün: Biri kahvesini paylaşıyor, diğeri kahvesini ama yanında kitabıyla paylaşıyor. Sonraki kişi “kahve + kitap + kedi” kombinasyonuyla sahneye çıkıyor. En sonuncu ise “kahve + kitap + kedi + Paris Eiffel fonu” ile herkese finali yapıyor. Sonuç? Kimse kahveyi içmiyor, kitap okunmuyor, kedi zaten selfie’den sıkılmış, ama herkes “ben daha öndeyim” yarışında.
Oysa kimse düşünmüyor: “Acaba ben, geçen haftaki ben’den daha mı huzurluyum?” diye.
Mizahın Penceresinden “Kendini Geçmek”
İzin verirseniz biraz da işin mizahına bakalım. Çünkü insan kendiyle uğraşırken ciddiyetin dozunu fazla kaçırırsa, bu sefer depresyon kulvarında rekor kırmaya başlıyor.
Mesela spor salonuna gidip kendimizi geçmeye çalışıyoruz. İlk gün motivasyon zirvede: “Bu sene bu göbek gidecek!” İkinci gün hâlâ umut var: “Biraz ağrı var ama olsun.” Üçüncü gün: “Ben zaten böyle de yakışıklıyım, sağlıklı beslenmek yeter.” Dördüncü gün: Salon kartı cüzdanda, göbek ise hâlâ ilk günkü gibi.
Ama işte mesele burada: Kendimizi geçmek illa ki “six-pack” yapmak değil. Belki de dün 3 bardak kola içmişken bugün 2 bardağa düşürmektir. Ya da dün komşunun apartman toplantısında sesini yükseltmişken, bugün aynı konuyu 10 desibel daha düşük tartışmaktır.
Başkalarını Geçmeye Çalışmanın Yan Etkileri
Hadi biraz da başkalarını geçme takıntısının yan etkilerini konuşalım:
1.Bitmeyen Rekabet: Siz komşudan daha yeni bir araba alırsınız, o da gidip camlarına film çeker. Siz tatilde Bodrum’a gidersiniz, o da Mykonos’a. Bu yarışın sonu yok. En sonunda emekli olup bankta oturuyorsunuz, hâlâ karşı komşunun bastonunun sizin bastondan daha parlak olduğuna takılıyorsunuz. Bunu babamı düşünerek yazmıştım, oysaki onun artık yataktan kalkacak hali bile yok.
2.Huzursuzluk: Birilerini geçme isteği, insanın beyninde sürekli alarm çalmasına sebep olur. Huzur yok, dinlenme yok. Halbuki hayatın tadı biraz da geri viteste saklı.
3.Kendi Potansiyelini Kaçırmak: Hep başkalarının hızına bakarken, aslında kendi yolunuzun manzarasını ıskalıyorsunuz. Oysa belki de sizin için asıl mutluluk, yan tarladaki ayçiçeklerini izlemekti. Ama siz önünüzdeki kamyonu sollamakla meşguldünüz.
Kendimizi Nasıl Geçeriz?
Şimdi işin çözüm tarafına bakalım. Kendimizi geçmek için illa da felsefe kitaplarını yutmaya gerek yok. Küçük, basit ama etkili adımlar:
•Sabahları 5 dakika erken kalkın: Hayatınız değişmez belki ama en azından kahvaltınızı aceleyle yapmazsınız.
•Daha çok gülün, gülmeyi ciddiye alın: Mizah, en iyi dopingtir. Geçen günkü somurtkan halinizi geride bırakmak için birebirdir.
•“Hayır” demeyi öğrenin: Başkasına değil, kendine. Dün gece 12’de açtığın o cips paketine hayır diyebildiysen, tebrikler, kendini geçtin.
•Geçmişle hesaplaşmayı bırakın: Dün yaptığın hatayı bugün tekrar etmiyorsan, zaten farkı yaratmışsın.Her şeyi hatırlamak bugüne taşımak zorunda değilsin
Mizahın Altındaki Ciddi Gerçek
İşin şakası bir yana, hayat aslında gerçekten kısa. Ve bu kısalıkta, başkalarıyla kıyas yaparak geçirilen yıllar, boşa yazılmış satırlara benziyor. O satırlarda hep “Ali’den hızlı koştum, Ayşe’den daha çok kazandım, Mehmet’ten daha çok gezdim” yazıyor. Ama bir gün dönüp baktığında, kendi kitabında kendi hikâyeni dahi bulamıyorsun.
Kendimizi geçmek, biraz da şu demek: “Ben bugün, dünün yanlışlarını az da olsa törpüledim. ” İşte o zaman zamanın kıymetini bilmiş oluyorsun. Çünkü günü kıymetli yapan, başkasının nerede olduğuna bakmak değil; senin bir adım olsun ilerlemen
Düşünün, hayat bir koşu yarışı olsa, başlangıç çizgisinde herkes farklı ayakkabılar giydiğini algılamanız lazım. Kiminde Nike var, kiminde pazar malı. Kimisi formda, kimisi göbekli. Kimisi genç, kimisi yaşlı. Hepimizi aynı finish çizgisine sokmak adil mi? Değil.
Ama adil olan şu: Kendi dünümüzü geçmek. İşte o zaman gerçek başarıyı tatmış oluyoruz.
O yüzden, başkalarını geçmeyi boş verin. Önce kendi gölgenizi geçin. Hem inanın, gölgenizi solladığınız an, en büyük alkış yine sizden gelecektir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Sosyal Medyada Paylaş

Popüler Yazılar

Bunları da sevebilirsiniz
Bunları da sevebilirsiniz

Bir kahve molasında satılan dostluklar

ChatGPT: İş hayatında insanı en çok yıpratan şey, uzun mesailer ya da düşük maaşlar değil; aynı hedef için omuz omuza çalıştığı bir arkadaşının bir gün sırtını dönmesidir. Çünkü ihanet, sadece bir güveni değil, insanın iç dengesini de yıkar. Kısa vadede kazandırıyor gibi görünse de, uzun vadede itibar kaybı kaçınılmazdır; zira iş dünyası küçük bir ekosistemdir ve “güvenilmez” damgası bir kez vuruldu mu silinmez. Üstelik ihanet sadece kurbanı değil, kurumu da zehirler: Güvenin olmadığı yerde cesaret, yaratıcılık ve bağlılık barınamaz. Adil ve şeffaf olmayan ortamlarda ihanet kök salar, sadakat ise susar. Oysa gerçek başarı, başkasının sırtına basarak değil, birlikte yükselerek kazanılır. Çünkü hiçbir unvan, dostluğu satmanın bıraktığı gölgeyi silemez; ihanet eden sonunda yalnız kalır, kazandığını sandığı her şeyin aslında kayıp olduğunu çok geç anlar. İş dünyasında en değerli sermaye ne para ne güçtür — güven ve itibardır, ve onu kaybeden gerçekte her şeyini kaybeder.

Transpersonel liderlikte güven: Ruhsal bilinç ile kurulan ekipler

Transpersonel liderlik, liderliği yalnızca hedefler ve performansla sınırlamayıp, ekibin bilinç, ruhsal denge ve kolektif uyumunu da gözeten bir anlayıştır. Bu liderlik türü, çalışanları birer “kaynak” değil, potansiyelleri ve sezgileriyle bir bütün olarak görür. Uruguay eski başkanı Jose Mujica, mütevazı yaşam tarzı, şeffaflığı ve toplumsal faydayı merkeze alan yaklaşımıyla bu liderlik anlayışının canlı bir örneğidir. Transpersonel lider için güven, bir strateji değil, ruhsal bir sorumluluktur; çünkü güven, hem ekip enerjisinin hem de kolektif bilincin temelini oluşturur. Şirketlerde güvenli bir ortam yaratmak, çalışanların içsel motivasyonlarını, yaratıcılıklarını ve bağlılıklarını artırır. Ancak güven zedelendiğinde, liderin görevi hatalarını fark etmek, şeffaflıkla iletişim kurmak ve tutarlılıkla güveni yeniden inşa etmektir. Dürüstlük, empati, adalet ve bilinçli iletişim, transpersonel liderin en güçlü araçlarıdır. Gerçek liderlik, sadece sözlerle değil, varlığıyla güven veren bir enerji alanı yaratabilmektir.

Müşteri sadakati mi, maliyet mi? İade süreçlerinin marka imajına etkisi

Alışveriş artık yalnızca ürün almak değil, markayla kurulan ilişkinin bir parçası. Bu ilişkinin en kritik aşaması ise iade süreci. Çünkü iade, bir markanın müşterisine gerçekten ne kadar değer verdiğini gösteren sınavdır. Müşteri açısından kolay ve destekleyici bir iade süreci, güven ve sadakat duygusunu pekiştirirken; markalar için bu süreç, kısa vadede maliyet yaratsa da uzun vadede güçlü bir imaj ve sadık müşteri kitlesi kazandırır. Zorlaştırılan iade politikaları ise kaliteyi gölgede bırakır, olumsuz deneyimler hızla yayılır. Dolayısıyla asıl mesele “maliyet mi, sadakat mi?” değil; “bugünü mü kurtaracağız, geleceğe mi yatırım yapacağız?” sorusudur. Çünkü markalar bilir ki güven, iade sürecinde kazanılır ve bir kez kaybedildiğinde hiçbir reklam bütçesiyle geri alınamaz.

Masraf takibi ve kâr marjı iyileştirme:Stratejik altyapının önemi

Günümüzün belirsizliklerle dolu iş dünyasında masraf takibi yalnızca bütçe kontrolü değil, stratejik bir yönetim aracıdır. Yüksek enflasyon, faiz baskısı ve küresel riskler altında şirketlerin sürdürülebilir büyüme için güçlü bir stratejik altyapı, net bir vizyon ve esnek karar mekanizmaları kurması gerekir. Başarılı masraf yönetimi, sadece tasarruf sağlamakla kalmaz; aynı zamanda eğitim, teknoloji ve Ar-Ge gibi uzun vadeli yatırımlara kaynak yaratarak rekabet avantajı oluşturur. Bu süreçte kültürel dönüşüm de kritik önemdedir: çalışanların masrafları “kısıt” değil, stratejik bir “yatırım” olarak görmesi gerekir. Kâr marjı iyileştirme programlarının başarısı ise planlama, liderlik, veri yönetimi ve kültürel adaptasyona bağlıdır. Liderlerin görevi, kaynakları verimli kullanırken vizyonu korumak, değişen koşullara hızla uyum sağlamak ve stratejik hedefleri tüm organizasyona yaymaktır. Sonuçta, bugünün stratejik altyapısı, yarının kâr marjının ve sürdürülebilir başarısının teminatıdır.