Kızgınlık ve kırgınlık üzerine

Tarih

Bu kavramlar üzerine insan olarak ne özeliz ne de diğer insanlardan farklı.
İnsan olmanın verdiği duygusal tepkilerdir bunlar. Bu duygularınızı yönetilebilmeyi eğer başarırsanız sadece dik durup karşılık vermek olarak da değerlendirilebilir, genel kabul görür ve erdem sayılır.
İkisi de insan olarak hiçbirimizin kaçamayacağı duygulardır. Haksızlığa uğradığımızda ya da öyle düşündüğümüzde içimizi yakan duygularla kızarız. Sıcaklığımız, hissettiğimiz kızgınlığın derecesine göre artar, ateşimizi içimizde durduramazsak dışımıza taşar ve bazen kontrolümüzü de kaybederiz. Adalet, sosyal ve toplumsal karmaşa ve benzeri durumların fazlası ise kaosa yol açtığı bölge ve coğrafyalarda bu kızgınlık , bir de tanımadığımız insanlarla yaşanan talihsiz çatışmalarda daha da kolay açığa çıkar. Bu durumlarda insan kendinin hesap vereceğini düşünmediği her durumda kontrolünü kolayca kaybetmeye meyil verir. Sınırların her iki taraf içinde adalet sistemi ile belirlenmemesi ise bu durumların daha çok yaşanmasına bir zemin de hazırlar.
Kızgınlık yönetilmediğinde ve sürekli taşındığında ise tanımadığımız insanlara karşı şiddete , tanıdığımız insanlar nezdinde ise anlamsızca kırgınlığa dönüşür. Kırgınlık derinleşen bir yara gibidir, sessizdir ama günden güne içimizi kemirmeye devam eder.
Kırgınlık en çok sevdiklerimiz insanlarla olan ilişkilerimizden beslenir. Onlara çeşitli nedenlerle kızarız çünkü onlardan hassasiyet ve özen beklentimiz vardır. Bu aslında beraber geçirilen ve biriktirilen an ve anıların bizim zihnimizde daima olması gerekir gibi bir beklentiye dönüşen duyguların sonucudur. Her şey yolunda giderken bir an tabiri caizse incir çekirdeğini doldurmaz nedenlerle kızgınlık duyar, bunu yönetemez ve kırgınlığa mahkum oluruz. Kırgınlık aslında en güvenip değer verdiklerimizden gelir. Hiç zarar görmeden yaşamak diye bir seçenek olsa eminin hayat çok sıkıcı bir yer olurdu. Bu süreçleri yaşamak kaçınılmazdır bu nedenle farkına varmalıyız ki kızgınlıkta, kırgınlıkta insan olmakla alakalıdır ve geçici duygulardır. Taze kalmazlar, kalamazlar. Ya soğuyarak ya da affederek kaybolur giderler. Zaman, ilgili konuyla yüzleşme , anlayış bu duygusal yükleri azaltıp yok edecektir.
Tamamen menfaat elde etmek, kullanmak, yanıltarak çıkar elde etmek ve ortada bırakmak gibi aslında sonu başından belli olabilecek kişilerle olan ilişki sonuçlarını başka bir konu olarak değerlendirmek gerekir düşüncesi ile , bu duygular aslında ya hiç tanınmayan ya da değer verilen yakın insan ilişkiler üzerinden ele alınmıştır.
Bu nedenle bu duyguları her durumda nasıl yöneteceğimizi öğrenmeli , yıkıcı öfke düzeyine ulaşmadan buna sebebiyet veren insanları aslında bir mesajcı olarak fark edip karşılık vermeye gayret göstermeliyiz. Kırgın kalmak zehir gibidir. Hemen öldürmez ama zamanla gösterdiği etki ile en yakınızı bile kaybedebilirsiniz. Ya affetmeyi seçin yürüyün, ya özür dileyin yada uzaklaşarak o defteri kısa zamanda kapatın derim. Özgürlük karar vermekten geçer. Alacağınız kararı tartmanızın bir anlamı da yoktur. Yaşayarak öğreniyoruz ama kırgın kalmak gibi gereksiz bir duyguyu taşıyarak kısacık bir hayatı cehennemde gibi yaşamaktan vazgeçin.
Bu iki kavrama iş hayatı boyutundan bakacak olursak da işten ve iş ortamından beklentilerimizi yüksek tutmak benzer sonuçlara her zaman neden olmaya devam edecektir. Kalben bağlı olduğunuz bir şirkette olabilirsiniz. Gün gelir sıra size gelir, kendinizi elenmiş oyundan düşmüş bulabilirsiniz. Kızarsınız, yakın iş ilişkilerinizin sonucu bu mu olacak deyip kırılırsınız. Merakta kalmayın herkesin başına gelmektedir. İş yeri sizin yuvanız, amirleriniz ağabeyiniz, şirket sahipleri sizin babanız değildir. Sorumlu aramayın, olmuştur bir şekilde. Beyaz yaka olarak varsa çantanızı alın çıkıp gidin. Konuya, duruma kızsanız da, kırılsanız da en fazla birkaç gün kafanızda taşıyın sonra yeniden başlayın her şeye. Takılı kalmak kendi kişisel yolculuğunuzu engellemek olur. Yeniden yenilenerek başlayın her şeye .
Zarar görseniz de duygularınıza saplanıp kalmak yerine kendinizi şöyle telkin edin. ’Bu duyguya saplanmak yerine kurtulmayı, özgürlüğü seçiyorum’. Bu kısa süreç içerisinde Kendinizi asıl üzen konuları keşfedin kendinize dert ortağı aramak yerine kendi içinizde kendi cevaplarınızı bulup daha iyisini aramaya yöneltin kendinizi.
Affedin salın gitsin. Yaşadıklarınızı alınması gerekli bir ders olarak kabul edip bir sonraki süreçte aynı dersi almamak için kendinizi kendiniz için yenileyin. Unutmayın her şey kendiniz için, yalnız kendi tarafınızca anlaşılıp yeniden düzenlenecektir. Şimdinin farkına varıp yeni hedeflere odaklanın. Hem özel hayatınızda hem iş hayatınızda…Sağlıkla,sağlıcakla…

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

1 Yorum

  1. Günlük yaşantımızda sıkca karsılastıgımız bu konuda cok guzel bir anlatım olmus. Kendimden örnekler aklıma geldi, yazıya paralel o örnekleri tekrar degerlendirme fırsatı buldum. Tesekkur ederiz bu guzel yazı icin. Saygılarımla

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Sosyal Medyada Paylaş

Popüler Yazılar

Bunları da sevebilirsiniz
Bunları da sevebilirsiniz

Bir kahve molasında satılan dostluklar

ChatGPT: İş hayatında insanı en çok yıpratan şey, uzun mesailer ya da düşük maaşlar değil; aynı hedef için omuz omuza çalıştığı bir arkadaşının bir gün sırtını dönmesidir. Çünkü ihanet, sadece bir güveni değil, insanın iç dengesini de yıkar. Kısa vadede kazandırıyor gibi görünse de, uzun vadede itibar kaybı kaçınılmazdır; zira iş dünyası küçük bir ekosistemdir ve “güvenilmez” damgası bir kez vuruldu mu silinmez. Üstelik ihanet sadece kurbanı değil, kurumu da zehirler: Güvenin olmadığı yerde cesaret, yaratıcılık ve bağlılık barınamaz. Adil ve şeffaf olmayan ortamlarda ihanet kök salar, sadakat ise susar. Oysa gerçek başarı, başkasının sırtına basarak değil, birlikte yükselerek kazanılır. Çünkü hiçbir unvan, dostluğu satmanın bıraktığı gölgeyi silemez; ihanet eden sonunda yalnız kalır, kazandığını sandığı her şeyin aslında kayıp olduğunu çok geç anlar. İş dünyasında en değerli sermaye ne para ne güçtür — güven ve itibardır, ve onu kaybeden gerçekte her şeyini kaybeder.

Kendimizi geçmek, Trafikteki araçları geçmek gibi değil

Hayatta başarıyı çoğu zaman yanlış tanımlıyoruz; sanki mesele, başkalarını sollayıp varış çizgisine önce ulaşmakmış gibi. Oysa hayat bir yarış pisti değil, sabırla geçilmesi gereken uzun bir trafik akışı ve bu trafikteki tek rakibimiz, dünkü halimiz. Toplum bize hep “daha hızlı, daha çok, daha önde ol” diyor ama asıl soru şu olmalı: “Ben bugün, dünün ben’inden daha mı iyiyim?” Kendini geçmek; büyük zaferler kazanmak değil, küçük alışkanlıkları dönüştürmektir — dün ertelediğini bugün yapabilmek, öfkelendiğin yerde susabilmek ya da kendine bir bardak su fazla içirebilmektir. Başkalarıyla kıyaslandığında sonuç hep huzursuzluk olur, çünkü bu yarışın sonu yoktur. Gerçek başarı, kendi gölgeni geçebildiğin o küçük ama anlamlı anlarda gizlidir. Çünkü insan, başkalarını değil, kendi sınırlarını aştığında özgürleşir.

Transpersonel liderlikte güven: Ruhsal bilinç ile kurulan ekipler

Transpersonel liderlik, liderliği yalnızca hedefler ve performansla sınırlamayıp, ekibin bilinç, ruhsal denge ve kolektif uyumunu da gözeten bir anlayıştır. Bu liderlik türü, çalışanları birer “kaynak” değil, potansiyelleri ve sezgileriyle bir bütün olarak görür. Uruguay eski başkanı Jose Mujica, mütevazı yaşam tarzı, şeffaflığı ve toplumsal faydayı merkeze alan yaklaşımıyla bu liderlik anlayışının canlı bir örneğidir. Transpersonel lider için güven, bir strateji değil, ruhsal bir sorumluluktur; çünkü güven, hem ekip enerjisinin hem de kolektif bilincin temelini oluşturur. Şirketlerde güvenli bir ortam yaratmak, çalışanların içsel motivasyonlarını, yaratıcılıklarını ve bağlılıklarını artırır. Ancak güven zedelendiğinde, liderin görevi hatalarını fark etmek, şeffaflıkla iletişim kurmak ve tutarlılıkla güveni yeniden inşa etmektir. Dürüstlük, empati, adalet ve bilinçli iletişim, transpersonel liderin en güçlü araçlarıdır. Gerçek liderlik, sadece sözlerle değil, varlığıyla güven veren bir enerji alanı yaratabilmektir.

Müşteri sadakati mi, maliyet mi? İade süreçlerinin marka imajına etkisi

Alışveriş artık yalnızca ürün almak değil, markayla kurulan ilişkinin bir parçası. Bu ilişkinin en kritik aşaması ise iade süreci. Çünkü iade, bir markanın müşterisine gerçekten ne kadar değer verdiğini gösteren sınavdır. Müşteri açısından kolay ve destekleyici bir iade süreci, güven ve sadakat duygusunu pekiştirirken; markalar için bu süreç, kısa vadede maliyet yaratsa da uzun vadede güçlü bir imaj ve sadık müşteri kitlesi kazandırır. Zorlaştırılan iade politikaları ise kaliteyi gölgede bırakır, olumsuz deneyimler hızla yayılır. Dolayısıyla asıl mesele “maliyet mi, sadakat mi?” değil; “bugünü mü kurtaracağız, geleceğe mi yatırım yapacağız?” sorusudur. Çünkü markalar bilir ki güven, iade sürecinde kazanılır ve bir kez kaybedildiğinde hiçbir reklam bütçesiyle geri alınamaz.