Ne Yediğimizi Unuttuk

Tarih

Bir zamanlar, insan toprağı elleriyle eşeler, yediği her lokmanın hikâyesini bilirdi. Bir zeytinin hangi daldan koparıldığını, bir buğday tanesinin hangi tarlada baş verdiğini… Şimdi ise market raflarında, paketlenmiş bir gerçekliğin içindeyiz. Tabağımız dolu, ama hikâyesi yok.
Beslenme, insanın varlığını sürdürebilmesi için en temel ihtiyaçlardan biri. Ancak bu temel ihtiyaç, çağlar boyunca şekil değiştirdi. Avcı-toplayıcılıktan tarıma, oradan endüstriyel üretime… İnsanoğlu, gıdaya ulaşmanın yollarını sürekli dönüştürdü. Ne var ki bugün geldiğimiz noktada, özellikle kent hayatı yaşayan bireyler, bu dönüşümün neresinde olduğumuzun farkın da bile değiliz.
Artık ne yetiştiriyoruz, ne koruyoruz, ne de sorguluyoruz. Gıda bizim için, market raflarında rengarenk sıralanmış paketler ya da bir uygulama ekranında verilen siparişlerden ibaret. Soframıza gelen domatesin ne kadar su tükettiğini, bir hayvanın hangi koşullarda büyütüldüğünü veya yediğimiz yiyeceklerin soframıza ulaşana kadar hangi aşamalardan geçtiğini, ne tür emekler harcandığını pek de merak etmiyoruz.
Gıda endüstrisi ise rakamların ve verim hesaplarının peşine düşmüş durumda. Daha çok üretmek, daha az maliyetle sunmak… Bu uğurda toprağın doğallığı da, hayvanların yaşam hakkı da, insan sağlığı da göz ardı ediliyor. Bu ahlaklı bir davranış mı? Herşey rakamların gölgesinde kaldı çoktan.
Artık şunu bilmeliyiz, tabağımızdaki yemek, bir üretim zincirinin değil; bir yabancılaşmanın sonucudur. Yediğimiz şeyler sadece bedenimizi değil, farkında olmadan vicdanımızı da doyurmuyor artık.
Peki ne yapmamız gerekiyor ? Çözüm, sadece tüketimi kısıtlamaktan ya da etiket okumayı öğretmekten geçmiyor bence. Daha köklü, daha derin bir bilinç kazanıp bu bilinci yeni kuşaklara aktarmalıyız.
Mesela her şehirde, çocukların doğayı deneyimleyebileceği, toprağa çıplak ayakla basabileceği, bir sebzenin nasıl filizlendiğini adım adım izleyebileceği büyük ölçekli kamp alanları kurulsa. Bu kamplar sadece birer “okul dışı etkinlik” değil; yaşamla yeniden bağ kurma merkezleri olsa. Çocuklar burada sabahın erken saatinde uyanıp, bir çiftçi gibi toprağa selam verse. Kendi elleriyle fide dikip, hayvanlara yem vermeyi deneyimlese, yağmurun ne zaman bereket, ne zaman tehdit olduğunu öğrenip, doğanın bizim, bizimde onun bir parçası olduğumuzu iyice içlerine sindirebilseler. Ayrıca bu alanlar, yalnızca çocuklara değil, ebeveynlere de açık olsa. Çünkü bilinç nesilden nesile değil; birlikte kurulan deneyimlerle taşınır.
Bütün bunlar modern hayatın içinde kodlandığımız pozisyonlar itibari ile hayata geçmesi çok ütopik gibi gözüküyor olabilir, sonuçta böyle bir organizyonu hayatın içine entegre etmek elbette konusunda uzman insanların bir araya gelip kurgulayacağı bir yapı. Ama insanın özündeki en temel ihtiyaçlarından birini oluşturan beslenme konusun da sürdürülebilir planlar oluşturmak pek de önemsiz bir konu olmamalı!
Ve şunu da unutmamak gerek: Ne yediğimizi hatırlamak, kim olduğumuzu hatırlamaktır. Toprakla kurduğumuz her bağ, kendimizle kurduğumuz bağdır aslında.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Sosyal Medyada Paylaş

Popüler Yazılar

Bunları da sevebilirsiniz
Bunları da sevebilirsiniz

Bir kahve molasında satılan dostluklar

ChatGPT: İş hayatında insanı en çok yıpratan şey, uzun mesailer ya da düşük maaşlar değil; aynı hedef için omuz omuza çalıştığı bir arkadaşının bir gün sırtını dönmesidir. Çünkü ihanet, sadece bir güveni değil, insanın iç dengesini de yıkar. Kısa vadede kazandırıyor gibi görünse de, uzun vadede itibar kaybı kaçınılmazdır; zira iş dünyası küçük bir ekosistemdir ve “güvenilmez” damgası bir kez vuruldu mu silinmez. Üstelik ihanet sadece kurbanı değil, kurumu da zehirler: Güvenin olmadığı yerde cesaret, yaratıcılık ve bağlılık barınamaz. Adil ve şeffaf olmayan ortamlarda ihanet kök salar, sadakat ise susar. Oysa gerçek başarı, başkasının sırtına basarak değil, birlikte yükselerek kazanılır. Çünkü hiçbir unvan, dostluğu satmanın bıraktığı gölgeyi silemez; ihanet eden sonunda yalnız kalır, kazandığını sandığı her şeyin aslında kayıp olduğunu çok geç anlar. İş dünyasında en değerli sermaye ne para ne güçtür — güven ve itibardır, ve onu kaybeden gerçekte her şeyini kaybeder.

Kendimizi geçmek, Trafikteki araçları geçmek gibi değil

Hayatta başarıyı çoğu zaman yanlış tanımlıyoruz; sanki mesele, başkalarını sollayıp varış çizgisine önce ulaşmakmış gibi. Oysa hayat bir yarış pisti değil, sabırla geçilmesi gereken uzun bir trafik akışı ve bu trafikteki tek rakibimiz, dünkü halimiz. Toplum bize hep “daha hızlı, daha çok, daha önde ol” diyor ama asıl soru şu olmalı: “Ben bugün, dünün ben’inden daha mı iyiyim?” Kendini geçmek; büyük zaferler kazanmak değil, küçük alışkanlıkları dönüştürmektir — dün ertelediğini bugün yapabilmek, öfkelendiğin yerde susabilmek ya da kendine bir bardak su fazla içirebilmektir. Başkalarıyla kıyaslandığında sonuç hep huzursuzluk olur, çünkü bu yarışın sonu yoktur. Gerçek başarı, kendi gölgeni geçebildiğin o küçük ama anlamlı anlarda gizlidir. Çünkü insan, başkalarını değil, kendi sınırlarını aştığında özgürleşir.

Transpersonel liderlikte güven: Ruhsal bilinç ile kurulan ekipler

Transpersonel liderlik, liderliği yalnızca hedefler ve performansla sınırlamayıp, ekibin bilinç, ruhsal denge ve kolektif uyumunu da gözeten bir anlayıştır. Bu liderlik türü, çalışanları birer “kaynak” değil, potansiyelleri ve sezgileriyle bir bütün olarak görür. Uruguay eski başkanı Jose Mujica, mütevazı yaşam tarzı, şeffaflığı ve toplumsal faydayı merkeze alan yaklaşımıyla bu liderlik anlayışının canlı bir örneğidir. Transpersonel lider için güven, bir strateji değil, ruhsal bir sorumluluktur; çünkü güven, hem ekip enerjisinin hem de kolektif bilincin temelini oluşturur. Şirketlerde güvenli bir ortam yaratmak, çalışanların içsel motivasyonlarını, yaratıcılıklarını ve bağlılıklarını artırır. Ancak güven zedelendiğinde, liderin görevi hatalarını fark etmek, şeffaflıkla iletişim kurmak ve tutarlılıkla güveni yeniden inşa etmektir. Dürüstlük, empati, adalet ve bilinçli iletişim, transpersonel liderin en güçlü araçlarıdır. Gerçek liderlik, sadece sözlerle değil, varlığıyla güven veren bir enerji alanı yaratabilmektir.

Müşteri sadakati mi, maliyet mi? İade süreçlerinin marka imajına etkisi

Alışveriş artık yalnızca ürün almak değil, markayla kurulan ilişkinin bir parçası. Bu ilişkinin en kritik aşaması ise iade süreci. Çünkü iade, bir markanın müşterisine gerçekten ne kadar değer verdiğini gösteren sınavdır. Müşteri açısından kolay ve destekleyici bir iade süreci, güven ve sadakat duygusunu pekiştirirken; markalar için bu süreç, kısa vadede maliyet yaratsa da uzun vadede güçlü bir imaj ve sadık müşteri kitlesi kazandırır. Zorlaştırılan iade politikaları ise kaliteyi gölgede bırakır, olumsuz deneyimler hızla yayılır. Dolayısıyla asıl mesele “maliyet mi, sadakat mi?” değil; “bugünü mü kurtaracağız, geleceğe mi yatırım yapacağız?” sorusudur. Çünkü markalar bilir ki güven, iade sürecinde kazanılır ve bir kez kaybedildiğinde hiçbir reklam bütçesiyle geri alınamaz.