Henüz okula bile gitmediğimiz yaşlardan son nefesimizi verene kadar öğrenmenin yükünü taşıyoruz taşımasına ama bu konuda ne kadar başarılı olduğumuzu ölçmeyi genelde ihmal ediyoruz. Yaşamı da bu konuda bile “mış” gibi yaparak tüketiyoruz.
Ergen yaşlarımdan bugüne “çalışıp öğrenmek” lafını dilimden hiç düşürmedim. Neden bilmiyorum ama öğrenmezsem ölüp gideceğim, daha da kötüsü cahil kalacağım fikri her zaman kafamın derinliklerinde bir yerlerdeydi.
Yetişkin bir birey olduğumda yönetici olarak sorumluluklarım arttı. Binden fazla markaya hizmet verdim. Pek çok ülkede sayısız proje yönettim, 13 binden fazla fatura ile rekor kırdım. Uluslararası sivil toplum kuruluşlarının da dahil olduğu yeni alanlar açtım. Yaşadığım topluma katkı sağlamayı sorumluluk sahibi olmanın bir gereği kabul ettim.
Geçtiğim her eşik, adım attığım her yer ve tırmandığım her basamak benim çok önem verdiğim öğrenme sürecimi besledi. Sadece iyi örnekler ile değil, niteliksiz hatta yanlış örnekler ile de karşılaştım. Kimilerinden yapılması “doğru” olanı, diğerlerinden de bir işin nasıl yapılmaması gerektiğini öğrendim. Neresinden bakarsam bakayım her seferinde öğrenecek bir şey buldum.
Öğrenmenin temelinde yatan sır…
Amerika Birleşik Devletleri’nde öğren konusunda eşsiz çalışmalar ortaya koyan ve ülkenin öğrenme kültürünü biçimlendiren Edgar Dale, “Deneyim Piramidi” olarak çevrilecek “Cone of Experience” başlıklı çalışması ile günümüzün öğrenme teorilerine de ışık tuttu. Teorisi ilk başlarda tepki gördü, alışılmıştan farklı bir anlamda da ezber bozan yapısı itirazların temel sebebiydi.
Nasıl olmasın ki?
Türkçe’de de “eğitim” hatta “öğrenme” ile eş tutulan “okumak”, sanılanın aksine topu topu yüzde 5 oranında katkı sağlıyordu! Daha da beteri yine bu işlevler ile iç içe olduğu varsayılan “ders dinlemek” de yüzde 10’un üzerine çıkamıyordu. Mükemmel hazırlanan işitsel-görsel destekli sunumlar veya programlarda da varılacak en iyi nokta kişiyi ancak yüzde 30 seviyesine çıkarabiliyordu.
Edgar Dale, bu üç yöntemi “pasif öğrenme” olarak niteliyordu. Bu tanım bile çok sınırlı bir başarıya işaret ediyordu.
Bir adım geri çekilip de büyük resme uzaktan bakıldığında da bunun son derece didaktik ve doğal olarak karşılıklı etkileşime kapalı olduğu görülüyordu.
Sır, buydu…
Aktif öğrenmek için ne yapmalı?
Konu ne olursa olsun, “pasif” yolların yetersiz kaldığı durumlarda ilk akla gelen “aktif” yöntemlerdir. Yine bu yaklaşıma göre sıralama;
•Göstermek (demostration)
•Tartışmak (discussion groups)
•Deneyimlemek (practice by doing)
•Öğretmek (teaching others)
şeklindeydi.
Öğrenmeye katkıları ise yukarıdan aşağı bakıldığında yüzde 30, yüzde 50, yüzde 75 ve yüzde 90 olarak sıralanıyordu. Kavramlar farklı platformlarda değişebiliyorsa da öğrenmeye katkıları hep aynı kalıyordu.
Söz gelişi demostrasyon bazen “saha gezisi” bazen de fuar ziyareti” olabiliyordu. Tartışmalar da karşılıklı etkileşime açık grup çalışmaları haline dönüşüveriyordu. Tam anlamıyla “deneyim” öne çıkmaya başlıyordu. Bu skalada “öğrenme” yüzde 30-50 arasında gerçekleşiyordu!
Taşın altına elini koymanın önemi
Atölye (workshop) çalışmalarına katılmaktan başlayıp benzetmeler (simulate) ve modellemeler ile devam eden süreçte ise “öğrenme” skoru yüzde 70’in üzerine çıkma eğilimi taşıyordu.
Aranan başarı buydu ama yetmiyordu!
“İyinin düşmanı daha iyi” mantığı ile sonraki aşamalara bakıldığında kişinin bir şeyler yapması, belki sunum hazırlaması ya da proje şekillendirmesi gibi yöntemler ile başkalarının deneylemesini sağlaması veya özetle; “taşın altına elini koyması” söz konusu oluyordu.
Gerçek anlamda öğrenmenin unutulduğu ya da sırt çevrilen günümüzde ne tür bilgi olduğuna bakılmaksızın, hatta “doğru mu, yanlış mı?” olduğu bile tartılmaksızın, kaba ifade ile “mış” gibi yapmak yaygınlaşıyor.
Bu bir trajedi…
Sosyal medya destekli “cahilleşme” süreci sürekli besleniyor!
Durum da “öğreniyor(muş)um, öğreniyor(muş)sun, öğreniyor(muş) olarak ters yönde, olumsuzsa doğru evriliyor.
Bu “muş” gibi yapma refleksinin artması neticesinde de felsefe unutuluyor, sanat sıradanlaştırılıyor, kültür çekilebildiği kadar aşağı çekiliyor ve bilim de neredeyse yok sayılıyor.
Yöneticilere notlar:
Bildikleriniz bir yere kadar size değer katsa da başkalarına yararlı olacağı garanti değil!
En başarılı çalışanlar için bile “bilmenin bir duraklama, öğrenmenin bir ilerleme” olduğu unutulmamalı!
Ezber yapılan işler kısa vadede işe yarayabilir ancak inovasyondan da bir o kadar uzaklaşılması ile neticelenir!
Dünya en sıradan ürünlerde bile kişiselleştirmeye yönelirken yıllarca değişmeden aynı kalan işe yaraması ancak bir mucize olur!
Aynı durum fikirler için de geçerlidir; kişiler ve/veya olaylar için tüketilen zaman yerini yenilikçi düşüncelere bırakmalıdır!
Hiçbir konuda da “mış” gibi yapılmamalıdır…
“Öğreniyorum, öğreniyorsun, öğreniyor” mu?
Tarih