Sadeliğin İçinde Parlayan Dinginlik

Tarih

Uzun zamandır ziyaret etmek istediğim bölgelerden biriydi Uzak Doğu. Lakin bölge seçilmiş olsa da, ülke seçimi hep bir muallakta kaldı. Derler ya hani, “İyi olacak hastanın doktor ayağına gelirmiş” — işte tam da bu bayram tatili için, daha önce arkadaşımın övgüyle bahsedip birlikte plan yaparak ( ki kendisi oranın yerlisi olmak üzere deneyime sahip olduğundan ikna olmam fazla uzun sürmedi ) Tayland’a gitmeye karar verdik.
En azından ziyaret edilecek yerler, giyim kuşam, her güne yayılmış kararsızlık hâlleri bir nebze olsun akışa bırakılır diye derin bir ohh çektim ve çantamı hazırladım. Bangkok aktarmalı Phuket bileti alınmıştı çünkü doğa, çocukluğumdan bu yana içimde abartılı bir çekim gücüne sahip.
Ve bu şehir… Phuket… “Büyüleyici” kelimesi az bile kalır.
Modern insanın en güçlü yanılgılarından biri her şeyi planlayabileceğini sanması olabilir. Uçuş saatinden gün doğumu fotoğrafına, kahvaltıdan masaj randevusuna kadar her şeyin takvime işlendiği bir hayat yaşıyoruz. Belki de bu yüzden akışa bırakmak, zihnimizde “boşluk” olarak algılanıyor. Oysa Tayland bana boşluğu değil, derinliği gösterdi.
Phuket’in sıcaklığı sadece iklimden değil, insanların gülümsemesinden, sokaklardaki ritminden, motorların gelişigüzel akışından geliyordu. Zaman burada durmuyor ama acele de etmiyordu. Hatta inanır mısınız bilmiyorum ama sanki zamanlarını birbirlerine ikram edercesine hoşgörü ve dinginliğin bir harmanı gibiydi adeta. Bir sabah kahvaltıdan sonra Old Town’a doğru yürürken şunu fark ettim:
Ben aslında plan yapmamıştım, sadece kendime alan bırakmıştım. Ve bu, tahmin ettiğimden çok daha değerliydi.
Çünkü bazen akış, bize hayatın planlanamayacak kadar zengin olduğunu hatırlatır.
– Plansızca girilen bir sokakta gördüğün bir duvar resmi,
– Hiç bilmeden oturduğun küçük bir sahilde izlediğin gün batımı,
– Gidip de hemen dönmeyi planladığın yerde bir gün fazladan kalma kararı…
Bunların hiçbirini önceden yazamazsın, ama tam da bu parçalar hayatının en kalıcı sahneleri olabilir.
Tayland’da dikkatimi çeken ilk şey, insanların bir yere yetişme telaşında olmamalarıydı. Gün, orada sanki farklı bir zamansal ritimle akıyor gibiydi. Hava sıcak, yollar kalabalık, sokaklar hareketliydi ama kimsenin yüzünde gerilim yoktu. Gözlerinde hep bir “sabır”, yüzlerinde bir “şükür hali” taşıyorlardı.
Dükkân sahibi kadının çay verirken iki elini birleştirip hafifçe eğilmesi, gece pazarında genç bir delikanlının kediye mama bırakması, tapınak girişindeki yaşlı adamın gelip geçen herkese aynı gülümsemeyi sunması…
Bunlar büyük olaylar değil. Ama biz modern şehirlerde tam da bu “küçük” şeyleri kaybettik galiba.
Orada kimse sabah 8 akşam 6 mesaisine sıkışmış değildi.
Kimse lüks arabasıyla göz doldurmaya, kıyafetiyle üstünlük kurmaya çalışmıyordu.
Daha da ilginci, kimse “başka biri gibi görünmeye” çabalamıyordu.
Herkes kendi hâlinde, kendi ritminde ama o hâlin içinde oldukça gerçekti.
Bunu görünce ister istemez düşündüm:
Biz, gündelik yaşamın içindeki huzuru kaybettik belki de.
Yerine ekranlar, hedefler, kıyaslar ve yapay başarılar koyduk.
Tayland’da insanlar kendilerini göstermeye değil, yaşamaya çalışıyordu.
Ve galiba uzun süredir görmediğim o şeyle karşılaştım:
Sadeliğin içinde parlayan bir dinginlik.
Tayland’dan dönerken bavulumda alışveriş torbalarından çok daha fazlası vardı.
Hafiflemiş bir zihin, sadeleşmiş bir bakış ve belki de en önemlisi, yeniden hatırladığım bir şey:
Hayat sadece nereye gittiğimizle değil, nasıl yürüdüğümüzle ilgilidir.
Belki de her şeyin en doğrusunu planlamaya çalışırken; anın güzelliğini, küçük rastlantıların kıymetini ve kendi iç sesimizin çağrısını susturuyoruz.
Oysa bazen en doğru rota, hiç çizmediğimiz yolda yürürken belirir.
Ve en büyük yolculuk, kendimizi yeniden hatırladığımız andır

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Sosyal Medyada Paylaş

Popüler Yazılar

Bunları da sevebilirsiniz
Bunları da sevebilirsiniz

Bir kahve molasında satılan dostluklar

ChatGPT: İş hayatında insanı en çok yıpratan şey, uzun mesailer ya da düşük maaşlar değil; aynı hedef için omuz omuza çalıştığı bir arkadaşının bir gün sırtını dönmesidir. Çünkü ihanet, sadece bir güveni değil, insanın iç dengesini de yıkar. Kısa vadede kazandırıyor gibi görünse de, uzun vadede itibar kaybı kaçınılmazdır; zira iş dünyası küçük bir ekosistemdir ve “güvenilmez” damgası bir kez vuruldu mu silinmez. Üstelik ihanet sadece kurbanı değil, kurumu da zehirler: Güvenin olmadığı yerde cesaret, yaratıcılık ve bağlılık barınamaz. Adil ve şeffaf olmayan ortamlarda ihanet kök salar, sadakat ise susar. Oysa gerçek başarı, başkasının sırtına basarak değil, birlikte yükselerek kazanılır. Çünkü hiçbir unvan, dostluğu satmanın bıraktığı gölgeyi silemez; ihanet eden sonunda yalnız kalır, kazandığını sandığı her şeyin aslında kayıp olduğunu çok geç anlar. İş dünyasında en değerli sermaye ne para ne güçtür — güven ve itibardır, ve onu kaybeden gerçekte her şeyini kaybeder.

Kendimizi geçmek, Trafikteki araçları geçmek gibi değil

Hayatta başarıyı çoğu zaman yanlış tanımlıyoruz; sanki mesele, başkalarını sollayıp varış çizgisine önce ulaşmakmış gibi. Oysa hayat bir yarış pisti değil, sabırla geçilmesi gereken uzun bir trafik akışı ve bu trafikteki tek rakibimiz, dünkü halimiz. Toplum bize hep “daha hızlı, daha çok, daha önde ol” diyor ama asıl soru şu olmalı: “Ben bugün, dünün ben’inden daha mı iyiyim?” Kendini geçmek; büyük zaferler kazanmak değil, küçük alışkanlıkları dönüştürmektir — dün ertelediğini bugün yapabilmek, öfkelendiğin yerde susabilmek ya da kendine bir bardak su fazla içirebilmektir. Başkalarıyla kıyaslandığında sonuç hep huzursuzluk olur, çünkü bu yarışın sonu yoktur. Gerçek başarı, kendi gölgeni geçebildiğin o küçük ama anlamlı anlarda gizlidir. Çünkü insan, başkalarını değil, kendi sınırlarını aştığında özgürleşir.

Transpersonel liderlikte güven: Ruhsal bilinç ile kurulan ekipler

Transpersonel liderlik, liderliği yalnızca hedefler ve performansla sınırlamayıp, ekibin bilinç, ruhsal denge ve kolektif uyumunu da gözeten bir anlayıştır. Bu liderlik türü, çalışanları birer “kaynak” değil, potansiyelleri ve sezgileriyle bir bütün olarak görür. Uruguay eski başkanı Jose Mujica, mütevazı yaşam tarzı, şeffaflığı ve toplumsal faydayı merkeze alan yaklaşımıyla bu liderlik anlayışının canlı bir örneğidir. Transpersonel lider için güven, bir strateji değil, ruhsal bir sorumluluktur; çünkü güven, hem ekip enerjisinin hem de kolektif bilincin temelini oluşturur. Şirketlerde güvenli bir ortam yaratmak, çalışanların içsel motivasyonlarını, yaratıcılıklarını ve bağlılıklarını artırır. Ancak güven zedelendiğinde, liderin görevi hatalarını fark etmek, şeffaflıkla iletişim kurmak ve tutarlılıkla güveni yeniden inşa etmektir. Dürüstlük, empati, adalet ve bilinçli iletişim, transpersonel liderin en güçlü araçlarıdır. Gerçek liderlik, sadece sözlerle değil, varlığıyla güven veren bir enerji alanı yaratabilmektir.

Müşteri sadakati mi, maliyet mi? İade süreçlerinin marka imajına etkisi

Alışveriş artık yalnızca ürün almak değil, markayla kurulan ilişkinin bir parçası. Bu ilişkinin en kritik aşaması ise iade süreci. Çünkü iade, bir markanın müşterisine gerçekten ne kadar değer verdiğini gösteren sınavdır. Müşteri açısından kolay ve destekleyici bir iade süreci, güven ve sadakat duygusunu pekiştirirken; markalar için bu süreç, kısa vadede maliyet yaratsa da uzun vadede güçlü bir imaj ve sadık müşteri kitlesi kazandırır. Zorlaştırılan iade politikaları ise kaliteyi gölgede bırakır, olumsuz deneyimler hızla yayılır. Dolayısıyla asıl mesele “maliyet mi, sadakat mi?” değil; “bugünü mü kurtaracağız, geleceğe mi yatırım yapacağız?” sorusudur. Çünkü markalar bilir ki güven, iade sürecinde kazanılır ve bir kez kaybedildiğinde hiçbir reklam bütçesiyle geri alınamaz.