Sivil Toplum Kuruluşlarının (STK) henüz olmadığı dönemler incelendiğinde STK’ların önemi çok daha iyi anlaşılmaktadır. Bağımsızlık, gönüllülük, kar amacı gütmemek kurallarıyla yönetilen bu kuruluşlar çevresel, ekonomik, sosyal, hukuksal ve politik yapıları destekleyerek toplumsal yarar sağlamayı amaçlamaktadırlar. Adalet, eşitlik ve sürdürülebilirlik gibi değerlerin savunucusu olarak hareket eder, dünyanın etik ve insan odaklı olmasına katkı vermeye çalışırlar. Demokratik hakların gelişmesi, insan haklarının korunması ve toplumsal dayanışmanın güçlenmesi için uğraşırlar. STK’lar içinde önemli yeri olan sendikalar, sosyal adaletin, ekonomik hakların mücadelesinin ve eşit katılım anlayışının teminatı olarak iş yaşamında kritik bir rol oynamaktadırlar.
Türkiye’de bazı dernekler, vakıflar, kooperatifler STK’ların işlevlerini üstlenmektedir. Bağışlar ve üyelik aidatları gelir kaynaklarıdır, bunları şeffaf bir şekilde yönetirler. Eğitim, çevre, hukuk, özgürlükler, insan ve hayvan hakları gibi konularda etkinlik sağlarlar, bu kapsamda meslek odaları, üyelerinin haklarını savunurlar. STK’lar, toplumsal sorunların çözümünde devletin ve özel sektörün tamamlayıcısı olarak görev yaparlar. Büyük amaç ülke halkının yaşam koşullarını iyileştirmektir.
İş yaşamının tarihsel gelişimini incelediğimizde, antik çağlardan başlayarak işveren ve çalışan arasında daima çalışan aleyhine bir durum olduğunu görmekteyiz. Bunun en önemli örneği kölelik düzenidir. Kölelik insanlık tarihinin en eski, acımasız ve aşağılayıcı uygulamalarındandır. İslam dünyasında da kölelik yaygındı. Dünya genelinde insan ticareti, zorla çalıştırma, çocuk işçiliği, borç ve seks köleliği gibi modern kölelik biçimleri hala sürmektedir. Çalışanların küçük ücretlerle uzun saatlar çalıştırılmaları köleliğin bir türü olarak görülmekte, sendika ve STK’lar buna fırsat vermemeye çalışmaktadır.
Kolelik, Mezopotamya ve Mısır’da yaşamın doğal bir parçasıymış gibi uygulanmış, köleler boğaz tokluğuna çalıştırılmışlardır; ücret karşılığı çalışanların ücretleri tapınak yöneticileri ve firavunlarlar tarafından ödenmiştir. Mısır’da maaşlarının ödenmesi geciken işçilerin grev yaptıkları bilinmektedir, bu eylemler bilinen ilk organize grevlerdendir. Antik Yunan ve Roma gibi toplumlarda işgücünün büyük bir kısmı yine kölelerden oluşmaktaydı, Roma’da “Collegium” adı verilen esnaf birlikleri, meslek sahiplerini bir araya getiren erken örgütlenme biçimlerindendi. İşçilerin hakları yasalarla korunmaktaydı. Orta Çağ’da, kilise ve dini temelli örgütler, loncalar ve şövalyelik tarikatları fakirlere yardım, eğitim ve hasta bakımı gibi etkinliklerde aktif rol almışlardır. Üretim ilişkileri feodal düzene dayanmaktaydı. Kölelerin yerine geçen Serfler, feodal beylerin topraklarında çalışarak yaşamlarını boğaz tokluğuna sürdürüyorlardı, ücretli işgücü nadirdi.
- yy.’dan sonra Avrupalı kaşiflerin milyonlarca Afrikalı zenciyi, zorla Amerika kıtasına götürerek, tarlalarda ve madenlerde köle olarak çalıştırmaya başlamasıyla kölelik yaygınlaşmıştır. Olumsuz koşullarda yaşamaya zorlanan çok sayıda köle yaşamını yitirdikten sonra, 1865’te kölelik ABD’de yasaklanmıştır. 1960’larda Martin Luther King Jr.’un öncülüğünde ırksal eşitsizlik ve ayrımcılık bitirilmeye başlanmıştır. Haiti’deki dünyadaki ilk başarılı köle isyanı tarihe geçmiş ve Haiti bağımsızlığını kazanmıştır.
Dini ve lonca benzeri örgütler işçilerin haklarını korumaya çalışarak, sosyal dengeyi sağlama işlevlerini üstlenmişlerdir. Esnaflar ve tüccarlar arasında dayanışma sağlamak, dul ve yetimlere yardım etmek de bu kurumların göreviydi. Modern sendikaların ve meslek örgütlerinin temellerini bunlar oluşturmuştur. Avrupa’da loncalar, Anadolu’da ise Ahilik teşkilatları zanaatkarların örgütlenme biçimiydi. Loncalar, üretim standartlarını belirler, üyelerinin haklarını savunur ve ticarette haksız rekabeti önlerdi. Ancak bu yapılar, modern sendikaların aksine işçilerin değil, işverenlerin çıkarlarını önceliklerdi.
İfade özgürlüğü, bilim ve öğrenmenin yeniden canlandığı dönem olan Rönesans’tan sonra da Loncalar etkindi, meslek standartlarının korunmasında ve sosyal dayanışmada önemli rol oynuyorlardı. Üyelerine eğitim, iş güvenliği ve sosyal yardım sağlıyorlardı. Reform hareketleri ile Katolik Kilisesi dini ve toplumsal örgütlenmede değişimlere yol açmıştır. Reform ve Rönesans döneminde sivil toplum etkinlikleri modernleşme yoluna girmiştir.
Fransız İhtilali ile insan hakları, özgürlük, eşitlik, laiklik, hukukun üstünlüğü gibi kazanımlar içselleştirilmeye başlanmıştır. Sanayileşme ve kentlere göç ile büyük bir işçi sınıfı oluşmuş, sosyal adaletsizlikler ortaya çıkmış, işçiler uzun çalışma saatleri, düşük ücretler ve kötü çalışma koşullarıyla karşı karşıya kalmışlardır. Karl Marx’ın teorileri ve benzeri görüşler işçilerin sömürüldüğünü, kapitalist sistemde adaletsizlik olduğunu savunarak işçi sınıfının bilinçlenmesini sağlamıştır.
Sendikalaşma öncesinde iş yaşamı bireysel ve örgütsüz bir yapıya sahipti, çalışanların güvencesi yoktu, sanayideki işçi sınıfının büyümesi, demokratikleşme hareketleri ve sosyal adalet gereksinimi, sendikaların doğuşunu hazırlayan etkenler olmuştur. 19. yy.’da yükselen değer olan bu kavramlar, işçilerin de örgütlenme hakkını istemelerinin temeli olmuştur. Bu hakları savunan örgüt olarak kurulan sendikalar, işçi ile işveren arasında uyumlu bir ortam sağlamak için uğraş veren STK’ların içinde gelişmiş, işçilerin örgütlenmeye başlamaları ile işçi sınıfının hak mücadelesi de başlamıştır.
İşçi sınıfı, haklarını ve adaleti savunmak için mücadele ederken ortaya çıkan burjuvazi de kendi ekonomik çıkarlarını korumaya çalışmış, işçi sınıfı ve aristokratları da tehdit etmeye başlamış, modern toplumların temel dinamiklerinden olan işçi – burjuva çatışması böylelikle başlamıştır. Emekçiler özlük haklarının mücadele ile elde edilebileceğini anlamış ve sosyal devrimin gerçekleşmesi yönünde toplumu zorlamaya başlamışlardır. İnsanca çalışma saatleri ve ücretler, iş güvenliği, kadınların iş ve sosyal yaşamındaki eşitlik istekleri gibi konular gündeme gelmeye başlamıştır. 20. yy. STK’ların “Altın.Çağı” olmuştur.
Sendikalar, daha iyi çalışma koşullarını sağlamak, işçi haklarını savunmak, demokratik katılım ve toplumsal dayanışmanın güçlenmesini sağlamayı amaçlamaktadırlar. İş kazalarının ve meslek hastalıklarının önlenmesi, ücretlerin iyileştirilerek “eşit işe eşit ücret” ödenmesi, işçi sağlığı ve güvenliği, iş güvencesi, uzun çalışma saatlerinin kısaltılması (12-16 saat çalıştırılıyorlardı) hedeflerini büyük ölçüde gerçekleştirmişlerdir.
D emokratik katılım ve toplumsal dayanışmanın güçlenmesi konularında hükümet politikalarını etkileme potansiyeline, toplu iş sözleşmesi yapma ve grev kararı alma gibi yasal haklara sahiptirler. Adil bir gelir ile insan onuruna yakışır çalışma koşulları talep etmektedirler. Çocuk işçileri engellemek, cinsiyet eşitsizliğini kaldırmak, genç, engelli çalışanların haklarının savunulmasına hukuki destek vermek gibi görevleri üstlenmişlerdir.
İşverenlerin sendikalaşmaya karşı olumsuz tutumlarının çalışanlar üzerinde baskı oluşturması, çalışanların sendikaların işlevleri hakkında yeterli bilgiye sahip olmamaları ve sendika üyeliği aidatlarını ödemekte zorlanmaları sendikalaşmanın süregelen zorluklarıdır.
Devletten ve siyasi yapılardan bağımsız hareket etmesi gereken bazı sendika başkanlarının bu kurala uymayarak, onlarca yıl koltuklarını korurken, toplu iş sözleşmeleri dönemlerinde savunmaları gereken işçilerin haklarını yeterince koruyamamakta, hükümetler üzerinde baskı oluşturamamaktadırlar. Bazı başka sendikalar ise siyasi mücadelelerin bir parçası olmuş, sarı ve yandaş sendikalar hariç, hükümet ve işverenlerle çatışmaya başlamışlardır
Türkiye’de sendikalar, ILO’nun kuruluşundan yaklaşık otuz yıl sonra, 1952 yılında Türk-İş, 1967’de DİSK, 1976’da HAK-İŞ kurulmuş, işçi haklarının yasal çalışmalarına öncülük ederek hak mücadelesine başlamışlardır. Ülkemizde emekçiler yararına en önemli haklar sayın Bülent Ecevit’in çalışma ve sosyal güvenlik bakanlığı ve başbakanlığı dönemlerinde elde edilmiştir. Unutulmaz sloganı “toprak işleyenin, su kullananın” emekçi hakları için söylenmiştir. Sendikal mücadele, birçok ülkenin gelişmesine ve refah devletinin kurulmasına öncülük etmiştir.
Dünyada sendikalaşma 20. yy.’da başlamıştır. ILO (international Labor organisation) 1919 yılında Birleşmiş Milletler sistemi içinde Cenevre’de kurulmuştur, Türkiye de bu örgütün üyesi olmuştur. Amacı, dünya genelinde işçi ve işveren haklarını korumak, çalışma koşullarını iyileştirmek, çalışma saatleri, ücretler ve iş güvenliği gibi konuları düzenlemektir. Avrupa ülkelerinde toplu sözleşme hakkı 20. yy.’ın başlarında alınmış, işsizlik sigortası İngiltere’de 1911, Almanya’da 1927, ABD’de 1935 yıllarında kurulmuştur. Grev hakkı birçok ülkede aynı dönemlerde, büyük mücadele ile elde edilmiştir. Son yıllarda küreselleşme, dijitalleşme ve esnek çalışma modelleri kolektif örgütlenmeyi zayıflatmış, işçi örgütlenmesi zorlaşmıştır. Yıllar boyunca işçi ve işveren arasında çekişmeler olmuş, işçiler patrondan, patron da işçilerden yakınmıştır. İşçi çok çalıştığını savlamış, patron bunu az bulmuş, işçi az para aldığını söylemiş, patron çok ödeme yaptığından yakınmıştır. Örnekler artırılabilir. Uyumlu çalışma ortamı çalışanların motivasyonunu ve işlerine bağlılıklarını artırmış, iş barışı kısmen de olsa sağlanmış, verimlilik ve kurumsal itibar yükselmiştir. Sendikalar, işçi ve işveren arasındaki sorunların daha kolay çözüme kavuşmasını sağlarken, uzun vadede iş yerindeki huzuru koruyarak grev ve çatışma risklerini azaltmıştır. Sendikalarla uyumlu çalışan işverenlerin saygınlıkları artmıştır.
Sigortalı çalışanlar ücret artışları, sosyal haklar gibi avantajlar sağlarken işverenin maliyetleri artmaktadır. Bazı işletmeler bu durumu bir yük olarak görümekte, grev gibi yöntemlerin üretim kayıplarına neden olduğunu düşünmektedirler. Ayrıca, toplu iş sözleşmesi süreçleri, uzun müzakereler ve olası uyuşmazlıkları zaman kaybı olarak görmektedirler. Önemli olan sendikaların dengeleyici rollerini doğru kullanmaları, işverenin de stratejik yaklaşarak sendikalarla işbirliği yapmalarıdır. Diyaloğa açık taraflar uzlaşmacı bir yaklaşımla ilişkiyi sağlıklı bir şekilde yürütebilirler.
Sendikalar, işverenlerin çalışanlarla daha organize bir şekilde iletişim kurmasını sağlar ve bireysel anlaşmazlıkların önüne geçer, iş barışını korur, üretim kaybının önlenmesine katkıda bulunurlar. İşverenlerin sendikalarla ilişkilerini stratejik bir yaklaşımla yönetmesi, iş yerindeki huzurun sağlanmasını, rekabet gücünün korunmasını, üretkenlik ve verimlilik artışını sağlar. Bu durum, müşteriler ve yatırımcılar açısından olumlu bir imaj yaratır, sendikal haklara saygı gösteren iş yerleri, nitelikli iş gücünü çekmek ve elde tutmak için daha çekici hale gelirler.
Uzun emekler sonucu elde edilmiş olan grev hakkının kullandırılmaması veya emekçinin lokavt ile tehditi uygarlıkla bağdaşmayan uygulamalardır ve emekçinin hakkının gaspıdır. İş barışı herkes için kazanımdır.