Günümüz dünyasında çoğu insanın hayatı, sabah alarmıyla başlayan ve çoğu zaman sevmediği bir işe yetişme telaşıyla devam eden bir döngüye sıkışmış durumda. Bu döngü öylesine normalleştirilmiş ki, insan artık kendi hayatının merkezindeki en temel soruyu sormayı unutuyor:
“Peki ya sevdiğim işi yapsaydım? Yalnızca para kazanmak için değil, değer kattığım için çalışsaydım?” Bu sorunun ortaya çıkarabileceği ihtimaller, aslında modern insanın kendi potansiyeliyle yeniden tanışması anlamına gelir. Çünkü sevmediğin bir işte çalışmak ile sevdiğin bir işte üretmek arasındaki makas, yalnızca duygusal değil, aynı zamanda zihinsel, fiziksel ve hatta toplumsal boyutları olan derin bir farktır.
Sevmediğin bir işin sabahına uyanmak, saygı duymadığın kişilerle çalışmak günün ilk saniyelerinde bile bir ağırlık yaratır. İnsanın omzuna görünmez bir yük çöker; o yük çoğu zaman “zorunluluk” kelimesinin kalın harflerle yazıldığı bir kader gibi algılanır. Zorunluluk, insanı hareket ettirir ama büyütmez. Sadece sürükler. Sadece gün sonuna ulaştırır. Oysa sevdiğin bir işin seni çağırdığı sabah, aynı saat aynı alarm olsa bile bambaşka bir hisle başlar. İçinde bir merak olur: Bugün ne öğrenirim? Bugün kimi etkilerim? Bugün neyi daha iyi yaparım? Çünkü sevilen iş, insanın yaratıcı enerjisini uyandırır; içten gelen bir motivasyon, dıştan dayatılan zorunluluğun yerini alır. Kendi adıma kendi seçimlerimle çalıştığım ,kurduğum yada yönettiğim her işte sabahları hep aynı motivasyon ile çalışırken, mecburiyetten çalıştığım, yönettiğim her işte ise sabahlardan hep nefret ettim.
Sevmediği işlerde çalışan pek çok insan, zamanla kendi yeteneklerine karşı körleşir. Çünkü iş artık bir yaşam alanı değil, bir kaçış stratejisidir. Maaş günü gelir, geçer; tatiller biter; stres yükü artar; insan kendi hayatını bir bekleme odasına dönüştürür: “Bir gün…” der, “Bir gün gerçekten sevdiğim şeye zaman ayıracağım.” O “bir gün” ertelendikçe hayaller küçülür, risk alma kabiliyeti zayıflar ve kişi, potansiyelinin gölgesinde yaşamaya razı hale gelir. Oysa sevdiğin bir işte çalışmak, hayallerini ertelemek değil, onlarla her gün temas halinde olmak anlamına gelir.
Topluma değer katmak ise, sevdiğin bir işi yapmanın doğal bir uzantısıdır. Çünkü insan sevdiği bir alanda üretirken zaten en parlak, en verimli, en yaratıcı haline bürünür. Bu hal de kaçınılmaz olarak topluma bir katkı sunar. Değer yaratmak büyük cümlelerle tarif edilen bir kavram değildir; bazen bir insanın işini iyi yapması, bir başkasının hayatını kolaylaştırması bile değer yaratmaktır. Yakından tanıdığım ve değer verdiğim adlarını burada belirtmem doğru olmayacak olsa da ,bir fizyoterapist, bir doktor, bir hakim , bir iş adamı ,bir öğrenci, bir stajyer, bir tamirci, bir broker, bir yazar, bir borsacı, bir aşcı, bir patron, yaşadığım geçmiş hayatım süresinde bende hep bu değer katan mükemmel insanlar duygusunu uyandırmıştır.
Sevdiği işte çalışan bir doktorun sabrı, bir öğretmenin ilhamı, bir esnafın özeni, bir tasarımcının yaratıcılığı… Hepsi kendi alanlarında görünmez bir zincir oluşturur. Bu zincir toplum denen büyük yapının kaslarını güçlendirir.
Sevilen bir işte çalışmanın bir diğer boyutu, insanın kendisini daha bütün, daha bağlantılı hissetmesidir. İş, artık sadece maaş alınan/kazanılan bir yer değil, kimliğin bir uzantısı olur. Kişi, yaptığı işten gurur duyar. Bu gurur kibir değildir; “Ben buradayım ve bir şey üretiyorum” demenin sağlıklı halidir. Çünkü insan, kendisini faydalı hissettiğinde daha iyi bir birey olur; daha sabırlıdır, daha empatik, daha dayanıklıdır. Bu içsel denge, işin dışındaki hayatına da yansır: ailesine, ilişkilerine, sağlığına, karar alma biçimine…
Elbette gerçeklik bizi bazen sevdiğimiz işe hemen geçmemize izin vermeyebilir. Maddi kaygılar, sorumluluklar, hayatta kalma gereklilikleri… Bütün bunlar birer engel gibi görünür. Ancak engel ile bahane arasındaki sınır, insanın kendi cesaretine bağlıdır. Sevdiğin işe giden yol her zaman kesintisiz ve pürüzsüz değildir; bazen uzun yıllar, bazen küçük adımlar, bazen yan yollar gerektirir. Kazanırsın, kaybedersin, biat etmene gerek kalmadığını bilerek ve Yaradan’a güvenerek yeniden ,yeniden ve yeniden denersin. Fakat en önemlisi, insanın kendisine şu soruyu sormasıdır: “Ben ne yapmak istiyorum?” Bu soruyu cevaplamak bile, sevmediğin işten çıkmasan bile seni daha bilinçli bir yola sokar. Çünkü artık rotayı bilirsin.
Topluma değer katan bir işte çalışmanın ruhsal anlamda yarattığı bir başka dönüşüm de, emeğin anlamını derinleştirmesidir. Para, elbette hayatın gereğidir. Ancak para bir amaç değil, bir sonuç olduğunda değer kazanır. Bir öğretmen, öğrencilerinin gelişiminden aldığı heyecanla; bir mühendis, çözdüğü bir problemin başkalarının hayatına dokunduğunu bilmenin tatminiyle; bir sanatçı, duygularını başka insanların ruhuna ulaştırmanın mutluluğuyla, bir yönetici çalışanlarının hedeflere ulaşırken amaç birliği ve keyifle çalışmalarını sağlarken ,şirketine kar ettirmenin keyfiyle çalışır. Bu tatmin, parayla ölçülmez. Para gelir ama insanın iç dengesi sadece parayla kurulmaz. O dengeyi kuran şey, anlamdır. Ve ancak sevilen bir iş, insana anlam sunar.
Ne yazık ki çoğu insan, işini sevmeyi bir lüks olarak görür. Oysa işini sevmek bir lüks değil, uzun vadede bir ihtiyaçtır. Sevmediğin işin yıllar içinde yarattığı ruhsal baskı; stresle, tükenmişlikle, bitmeyen bir huzursuzlukla kendini gösterir. Bu baskı fark edilmediğinde alışkanlığa dönüşür. Kişi, mutsuzluğunu normal zanneder. Ama işini seven biri, gün içinde yorulsa bile tükenmez. Çünkü yorgunluğunun içinde üretmiş olmanın tatmini vardır.
Peki toplum olarak sevdiğimiz işlerde çalışan insanlar çoğalırsa ne olur? Aslında cevap çok basit: kalite artar.
Hizmet kalitesi, ürün kalitesi, insan ilişkilerinin kalitesi… İnsan severek çalıştığında hata payı azalır, özen artar, gelişim hızlanır. Böylece toplumun toplam refahı da yükselir. Çünkü mutlu birey, üretken bireydir; üretken birey, katkı sunan bireydir; katkı sunan birey ise toplumu bir adım ileri taşır.
Sevdiğin işte çalışmak, yalnızca dış dünyayı değil, iç dünyanı da dönüştürür. Kendine daha fazla saygı duymaya başlarsın. Kararlarını daha net alırsın. Vasat bir yaşamı kabullenmek yerine, kendi potansiyeline karşı sorumluluk hissetmeye başlarsın. Bu sorumluluk korkutucu değildir; aksine özgürleştiricidir. Çünkü insan, gerçekten sevdiği şeyi yaptığında, yaşamının akışına güvenmeye başlar. Başarının zorlamadan değil, uyumdan doğduğunu fark eder. Yapılan işin kendi içsel ritmiyle uyumlu olması, insanı hayatla daha barışık hale getirir.
Belki de en önemlisi şudur: Sevdiğin işte çalışmak, kendinle bir anlaşma yapmaktır. “Ben bu hayatta sadece hayatta kalmayacağım; aynı zamanda yaşayacağım” demektir. Ve toplum da bu karardan kazançlı çıkar. Çünkü kendisini gerçekleştiren bir bireyin dokunduğu her alan daha insani, daha yaratıcı, daha üretken olur.
Sonuç olarak; yalnızca para kazanmak için değil, sevdiğin işi yaparak ve topluma değer katarak çalışmak, insanın kendi potansiyeliyle barışmasının en güçlü yollarından biridir. Bu yol bazen kolay değildir; bazen sabır ister, bazen korkularla yüzleşmeyi, bazen de risk almayı… Ama sonunda ortaya çıkan şey, yalnızca bir meslek değil; daha derin, daha anlamlı, daha bütün bir yaşamdır.
Ve belki de tüm sorunun cevabı şu cümlede saklıdır: Sevdiğin işi yapmak, insanın dünyaya kendi imzasını atma biçimidir. Peki sen imzan nasıl olsun istersin?
