İK Yönetiminde Türkiye-Dünya arasında derin farklar kaliteyi etkiliyor

Tarih

Türkiye’de insan kaynakları yönetimi, son on yılda önemli bir evrim geçirmesine rağmen, global standartlarla arasındaki fark hala dikkat çekici düzeyde seyrediyor. İş dünyasının en stratejik departmanlarından biri olması gereken İK, ülkemizde çoğunlukla operasyonel süreçlere odaklanırken, gelişmiş ekonomilerde çoktan stratejik bir iş ortağı ve değişim ajanı konumuna yükselmiş durumda.
Kapsamlı saha araştırmaları, Türk şirketlerindeki İK departmanlarının zamanının ve enerjisinin büyük bölümünü personel özlük işleri, bordrolama, rutin işe alım süreçleri ve yasal yükümlülüklerin takibi gibi temel operasyonel faaliyetlere ayırdığını gösteriyor. Buna karşılık, Avrupa ve Amerika’daki meslektaşları, yetenek yönetimi, organizasyonel gelişim, çalışan deneyimi optimizasyonu, liderlik gelişimi ve stratejik iş planlaması gibi katma değeri yüksek alanlara yoğunlaşıyor.
Global şirketlerin Türkiye ofislerinde tablo nispeten daha olumlu görünüyor. Bu şirketlerde İK uygulamaları, uluslararası standartlara daha yakın seyrediyor. Veri analitiği, yapay zeka destekli işe alım süreçleri, dijital İK platformları ve gelişmiş yetenek yönetimi sistemleri gibi modern uygulamalar, öncelikle bu şirketlerde hayata geçiyor. Ancak yerel şirketlerde bu dönüşüm, bütçe kısıtlamaları ve teknolojik altyapı eksiklikleri nedeniyle daha yavaş ilerliyor.
“Türkiye’de İK profesyonellerinin potansiyeli ve entelektüel birikimi oldukça yüksek, fakat geleneksel şirket kültürü ve muhafazakar yönetim anlayışı bu potansiyelin tam olarak kullanılmasını engelliyor,” diyor İK Yöneticileri Derneği Başkanı. “Üst yönetimin İK’yı hala bir maliyet merkezi olarak görmesi ve stratejik bir iş ortağı olarak konumlandırmaması, departmanın etki alanını ve değer yaratma potansiyelini ciddi şekilde sınırlıyor.”
Ücret politikaları ve çalışan hakları konusunda da önemli farklar göze çarpıyor. Gelişmiş ülkelerde esnek çalışma, uzaktan çalışma, iş-yaşam dengesi, ebeveynlik izinleri ve mental sağlık destekleri gibi konular yasal güvence altındayken, Türkiye’de bu uygulamalar genellikle şirketlerin inisiyatifine bırakılıyor. Bu durum, özellikle genç yeteneklerin ve yüksek potansiyelli çalışanların global şirketleri tercih etmesine neden oluyor.
Pandemi sonrası dönem, Türk İK profesyonellerinin global trendleri daha yakından takip etmesini ve yeni uygulamaları deneyimlemesini sağladı. Özellikle dijital dönüşüm, hibrit çalışma modelleri ve çalışan deneyimi konularında önemli adımlar atılıyor. Ancak ekonomik belirsizlikler, teknolojik altyapı eksiklikleri ve geleneksel yönetim anlayışı, bu dönüşümün hızını ve etkinliğini sınırlıyor.
Yetenek yönetimi konusu, özellikle Y ve Z kuşağının iş hayatına girmesiyle birlikte çok daha kritik bir hal aldı. Bu kuşakların iş hayatından beklentileri, global standartlarla daha uyumlu ve geleneksel yaklaşımlardan oldukça farklı. Kariyer gelişimi, sürekli öğrenme fırsatları, anlamlı iş deneyimi, şeffaf iletişim ve sürdürülebilirlik gibi talepler, Türk şirketlerini İK politikalarını kökten gözden geçirmeye zorluyor.
Eğitim ve gelişim programları konusundaki farklar da dikkat çekici boyutlarda. Global şirketler çalışanlarına kapsamlı eğitim programları, mentorluk imkanları, rotasyon fırsatları ve kişiselleştirilmiş kariyer gelişim planları sunarken, Türk şirketlerinde bu yatırımlar genellikle sınırlı kalıyor veya sadece üst düzey yöneticilerle sınırlı tutuluyor. Bu durum, yetenekli çalışanların elde tutulmasını zorlaştırıyor ve şirketlerin uzun vadeli başarısını tehlikeye atıyor.
Dijital dönüşüm ve teknoloji adaptasyonu konusunda da önemli bir açık bulunuyor. Global İK departmanları, yapay zeka, makine öğrenimi, büyük veri analitiği ve robotik süreç otomasyonu gibi teknolojileri aktif olarak kullanırken, Türkiye’deki İK departmanlarının çoğu hala temel dijital araçlarla yetinmek zorunda kalıyor.
“Önümüzdeki beş yıl, Türk İK yönetimi için bir varoluş mücadelesi niteliğinde olacak,” diyor sektörün önde gelen danışmanlarından biri. “Şirketler ya global standartları yakalayıp dijital dönüşümü tamamlayacak ya da yetenek savaşında geri dönülmez bir şekilde geride kalma riskiyle yüzleşecek.”
Çalışan deneyimi ve bağlılığı konusunda da global standartlarla arada önemli farklar bulunuyor. Gelişmiş ülkelerdeki şirketler, çalışan deneyimini ürün ve müşteri deneyimi kadar önemli görüp bu alanda ciddi yatırımlar yaparken, Türkiye’deki şirketlerin çoğu hala geleneksel personel yönetimi anlayışıyla hareket ediyor.
Türkiye’de İK yönetimi, global standartlara ulaşma yolunda ilerliyor ancak bu yolculukta hala önemli mesafeler kat edilmesi gerekiyor. Şirketlerin İK’yı stratejik bir iş ortağı olarak konumlandırması, gerekli teknolojik yatırımları yapması, çalışan deneyimini merkeze alan modern uygulamaları benimsemesi ve yetenek yönetiminde global standartları yakalaması, bu dönüşümün başarısı için kritik önem taşıyor.
Değişen iş dünyası, dijitalleşme ve artan global rekabet, Türk şirketlerini İK uygulamalarını modernize etmeye zorluyor. Bu dönüşümü başarıyla gerçekleştiren şirketler, sadece yerel değil, global arenadaki rekabet güçlerini de artırma şansını yakalayacak. Ancak bu dönüşümü gerçekleştiremeyen şirketler, hem yetenekli çalışanları kaybetme hem de rekabet güçlerini yitirme riskiyle karşı karşıya kalacak.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Sosyal Medyada Paylaş

Popüler Yazılar

Bunları da sevebilirsiniz
Bunları da sevebilirsiniz

Vücudunuzu iyi tanıyor musunuz? Değerini biliyor musunuz onun?

Vücudumuzda pek çok organ vardır. Kalp, ciğer, böbrek v.s. Hepsi de önemli ve değerlidir. Özde bu organların hepsi et parçası olsa da hepsinin ayrı bir değeri vardır. Bu organların kimine irademiz ile yön verebilir, kimisine de veremeyiz.Tıpkı bir şirketin yönetim birimleri gibi. Her birim doğru çalıştığında şirkete yarar sağlayan bir organdır. Ama doğru çalıştığında! Dil de irademizle yön verebildiğimiz bir organdır. Nedir Dil? Bir et parçası. Dil’i kullanmak ise beyin ve akıl ister. Beyin de bir et parçasıdır aslında. Onu kullanma yeteneğine ise akıl denir. Dil ve dilin önemi ile ilgili pek çok atasözü ve deyim vardır Türkçe’de. "Dil mi güzel, dilber mi güzel?", “Dil’in kemiği yoktur.” v.s. Toplum olarak dilimizi doğru ve güzel kullanma konusunda çok kötüyüz. Doğru ve temiz Türkçe konuşma konusunda tam bir felaket olduğumuz bir gerçek. Özellikle 80’li yıllarda artan dezenformasyon günümüzde Nirvana’ya ulaştı. Bırakın temiz Türkçe konuşmayı, Türkçe konuşmayı beceremez olduk. Dilimizden, edebiyattan, zerafetten çok uzağız.Bir de işin öteki boyutu var. Güzel konuşmak. Düşünerek konuşmak. Lafını tartarak konuşmak.Bu konuda da felaketiz toplum olarak. Günlük yaşamın içinde sıkça görüyor bu. Sevgisizliğimiz konuşmamıza yansıyor. Şirketlerde de bu olay çokça var. Yöneticilerin çalışanlarla konuşurken kullandıkları dil çok önemli. Her çalışan faklı bir kültürdür çünkü. Yanlış kullanılan dil çalışanının psikolojisini ve verimliliğini olumsuz olarak etkileyebilir. Geçtiğimiz günlerde Cumhuriyetin 100. yılı şerefine piyanist ve besteci Fazıl Say tarafından bir marş yazıldı. 100. Yıl Marşı. Elbette ki bu eseri beğenen de beğenmeyen de oldu. Bu çok normal. Ama ortada bir gerçek vardı. Emek. Bu eserin yazımı için saatlerce, günlerce çalışıldı. Düşünüldü. Orkestra ve koro provaları yapıldı. Kayıt yapıldı. Her biri ayrı bir emekti. Ne yazık ki özellikle sosyal medyada bu eseri kötü bir dille eleştiren çok oldu. Düşünelim şimdi. Toplumumuzun en büyük eksikliklerinden biri nedir? Sevgisizlik. Bir insanı, dünya görüşünü, davranışlarını sevmeyebilirsiniz. Sevmek zorunda da değilsiniz. Ortaya koyduğu eseri de beğenmeyebilirsiniz. Bu çok normal. Peki emeğe saygısızlık nedir? Bu ülke en çok emeğe saygısızlıktan kaybetmiyor mu yıllardır? Çocuğunuz yıllarca üniversite okudu, yüksek lisans, master, doktora yaptı ama işsiz. Alanınızda uzmansınız, yurt dışı tecrübeniz var, çift yabancı diliniz var, ama iki kelimeyi yan yanagetiremeyen adam müdür. Tıp literatürüne geçmiş buluşlarınız, ameliyatlarınız var ama kendi ülkenizde ikinci sınıf vatandaş durumundasınız. Bunlar emeğe saygısızlık değil mi? Sevin birbirinizi. Saygı gösterin emeğe. Size yapılmasını istemediğiniz şeyi başkasına yapmayın. Güzel şeyler söylesin diliniz. Sevgisizlik en kötü şeydir.

Bir kahve molasında satılan dostluklar

ChatGPT: İş hayatında insanı en çok yıpratan şey, uzun mesailer ya da düşük maaşlar değil; aynı hedef için omuz omuza çalıştığı bir arkadaşının bir gün sırtını dönmesidir. Çünkü ihanet, sadece bir güveni değil, insanın iç dengesini de yıkar. Kısa vadede kazandırıyor gibi görünse de, uzun vadede itibar kaybı kaçınılmazdır; zira iş dünyası küçük bir ekosistemdir ve “güvenilmez” damgası bir kez vuruldu mu silinmez. Üstelik ihanet sadece kurbanı değil, kurumu da zehirler: Güvenin olmadığı yerde cesaret, yaratıcılık ve bağlılık barınamaz. Adil ve şeffaf olmayan ortamlarda ihanet kök salar, sadakat ise susar. Oysa gerçek başarı, başkasının sırtına basarak değil, birlikte yükselerek kazanılır. Çünkü hiçbir unvan, dostluğu satmanın bıraktığı gölgeyi silemez; ihanet eden sonunda yalnız kalır, kazandığını sandığı her şeyin aslında kayıp olduğunu çok geç anlar. İş dünyasında en değerli sermaye ne para ne güçtür — güven ve itibardır, ve onu kaybeden gerçekte her şeyini kaybeder.

Kendimizi geçmek, Trafikteki araçları geçmek gibi değil

Hayatta başarıyı çoğu zaman yanlış tanımlıyoruz; sanki mesele, başkalarını sollayıp varış çizgisine önce ulaşmakmış gibi. Oysa hayat bir yarış pisti değil, sabırla geçilmesi gereken uzun bir trafik akışı ve bu trafikteki tek rakibimiz, dünkü halimiz. Toplum bize hep “daha hızlı, daha çok, daha önde ol” diyor ama asıl soru şu olmalı: “Ben bugün, dünün ben’inden daha mı iyiyim?” Kendini geçmek; büyük zaferler kazanmak değil, küçük alışkanlıkları dönüştürmektir — dün ertelediğini bugün yapabilmek, öfkelendiğin yerde susabilmek ya da kendine bir bardak su fazla içirebilmektir. Başkalarıyla kıyaslandığında sonuç hep huzursuzluk olur, çünkü bu yarışın sonu yoktur. Gerçek başarı, kendi gölgeni geçebildiğin o küçük ama anlamlı anlarda gizlidir. Çünkü insan, başkalarını değil, kendi sınırlarını aştığında özgürleşir.

Transpersonel liderlikte güven: Ruhsal bilinç ile kurulan ekipler

Transpersonel liderlik, liderliği yalnızca hedefler ve performansla sınırlamayıp, ekibin bilinç, ruhsal denge ve kolektif uyumunu da gözeten bir anlayıştır. Bu liderlik türü, çalışanları birer “kaynak” değil, potansiyelleri ve sezgileriyle bir bütün olarak görür. Uruguay eski başkanı Jose Mujica, mütevazı yaşam tarzı, şeffaflığı ve toplumsal faydayı merkeze alan yaklaşımıyla bu liderlik anlayışının canlı bir örneğidir. Transpersonel lider için güven, bir strateji değil, ruhsal bir sorumluluktur; çünkü güven, hem ekip enerjisinin hem de kolektif bilincin temelini oluşturur. Şirketlerde güvenli bir ortam yaratmak, çalışanların içsel motivasyonlarını, yaratıcılıklarını ve bağlılıklarını artırır. Ancak güven zedelendiğinde, liderin görevi hatalarını fark etmek, şeffaflıkla iletişim kurmak ve tutarlılıkla güveni yeniden inşa etmektir. Dürüstlük, empati, adalet ve bilinçli iletişim, transpersonel liderin en güçlü araçlarıdır. Gerçek liderlik, sadece sözlerle değil, varlığıyla güven veren bir enerji alanı yaratabilmektir.