İş Hayatında Sessiz Felaketler

Tarih

Sabahları işe giderken aynı yüzleri görürüz: elinde dosyasıyla asansöre binen, telefonuna gömülmüş, başı hafif öne eğik insanlar. Kimse konuşmaz. Herkes “meşgul” görünür. Modern çağın en sessiz marşıdır bu: verimlilik adına atılan adımların ritmi. Ama o ritmin altında bir şey kırılıyor. Farkında mıyız bilmiyorum; iş hayatı, giderek bir başarı hikâyesinden çok, iyi gizlenmiş bir felaketler dizisine dönüşüyor.
Felaket derken kastettiğim yalnızca iflaslar, iş kazaları, kriz dönemleri değil. Daha görünmez, daha sinsi bir şeyden söz ediyorum: tükenmişlikten. Artık birçok insanın içi sessizce yanıyor; dışarıdan parlak, içeriden boş. Birçoğu işe değil, kaçmaya gidiyor sanki — evdeki sıkıntıdan, kimliğindeki sorulardan, kendiyle kalma korkusundan. Çalışmak bir sığınak gibi sunuluyor ama çoğu zaman o sığınak, içten içe çöküyor.
Bir dönem “kariyer” kelimesi umut demekti. Şimdi daha çok bir ağırlığı, bir bitmeyen yarışı çağrıştırıyor. İnsanlar artık neden çalıştığını bile unuttu. Hedefler birbirini kovalıyor, başarılar bile anlamını yitiriyor. “Biraz durayım” diyen, geri kalmaktan korkuyor. Bu hızın içinde insanın kalbi bir yerde düşüyor, kimse fark etmiyor.
Mobbing, sessiz istifalar, görünmeyen rekabetler… Tüm bunlar modern ofislerin görünmez yangınları. Kimi yöneticiler, motivasyon adı altında çalışanlarını daha da zorluyor; kimi çalışanlar, gülümseyerek tükeniyor. Kahkahalar yankılanıyor ama o kahkahaların çoğu, yorgun bir savunma mekanizması aslında. Herkes “iyiymiş gibi” yapıyor, çünkü zayıf görünmek yasak. Bu da başka bir felaket: insanın insandan korkması.
Bir arkadaşım geçen gün “Artık işe değil, sessizliğe tahammülüm yok” dedi. Bu cümlede çok şey vardı. Çünkü iş artık sadece bir ekonomik zorunluluk değil, bir kimlik haline geldi. Ne kadar çalıştığımızla, ne kadar değerli olduğumuz ölçülüyor. Unvanlar, bizi olduğumuzdan büyük gösteren maskeler. Oysa bir gün o maskeler düşüyor.
Kariyer kazaları da bazen meteor çarpması gibi gelir. Bir mail, bir toplantı, bir yönetim kararı… ve insanın yıllarca ördüğü hayat bir anda dağılır. Kimse sorumluluk almaz; herkes “sistemin gereği” der. İşten çıkarılmak, günümüzün en soğukkanlı depremi. Binalar değil, iç dünyalar yıkılıyor.
Yine de umutsuz değilim. Çünkü felaketin içinde bile insan kalabiliyor. İnsanca çalışmak hâlâ mümkün. Bir teşekkür, bir anlayış, bir insaf payı bile sistemi dönüştürebilir. “Çalışmak” kelimesine yeniden anlam kazandırmak gerekiyor. Çalışmak, sadece üretmek değil; yaşamakla bağ kurmak olmalı. İnsan, emeğini verdiği kadar var; ama aynı zamanda anlamını koruduğu kadar da insan kalır.
Belki de en büyük felaket, unutmaktır. Neden başladığımızı, neye inandığımızı, kiminle omuz omuza yürüdüğümüzü unuttuğumuzda başlıyor her şey. Oysa iş, sadece geçim kaynağı değil, bir ilişki biçimidir. İnsanla, zamanla, kendimizle kurduğumuz bir ilişki. Ve her ilişki gibi, bakım ister.
Akşam ofisten çıkan o yorgun yüzlere bakıyorum. Kimisi kulaklığını takıyor, kimisi pencereden şehre dalıyor. Belki hepimiz aynı sorunun cevabını arıyoruz: “Ben hâlâ kendim miyim?” Eğer bu soruyu hâlâ sorabiliyorsak, tam anlamıyla kaybolmuş sayılmayız. Felaketin ortasında bile, insanın kendine dönme ihtimali hep vardır.
Belki de bütün mesele, yeniden hatırlamakta: Çalışmak yaşamak içindir, yaşamak çalışmak için değil. Ve bunu unuttuğumuz her gün, küçük bir felaket daha yaşanıyor, kimse fark etmese bile.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Sosyal Medyada Paylaş

Popüler Yazılar

Bunları da sevebilirsiniz
Bunları da sevebilirsiniz

İş gücünü dönüştüren 4 Teknoloji ve 7 İş gücü sektörü

WEF’in Ekim 2025 tarihli “Jobs of Tomorrow” beyaz kâğıdı, işgücünü dönüştüren dört teknolojiyi, AI, robotlar ve otonom sistemler (fiziksel AI), enerji teknolojileri ile ağlar ve algılama, merkeze alıp dünyanın en büyük yedi iş grubuna (tarım, imalat, inşaat, işletme-yönetim, toptan/perakende, ulaştırma-lojistik, sağlık) etkilerini resmediyor: İşverenlerin %86’sı AI’ın 2030’a dek şirketlerini dönüştüreceğini öngörürken, gen AI tabanlı “AI ajanlarının” bağımsız görev yürütmesi üretkenlik vaat ediyor fakat gizlilik ve güvenilirlik risklerini büyütüyor; robotik kurulumları 2020’den beri yılda %5–7 artarken son iki yıldaki yaklaşık %40’lık maliyet düşüşü ve kurulumların %80’inin Çin, Japonya, ABD, Kore ve Almanya’da yoğunlaşması fiziksel otomasyonu hızlandırıyor; enerji tarafında işverenlerin %41’i dönüşüm bekliyor ve EV’ler ile veri merkezleri yeni talep dalgaları yaratıyor; ağ ve sensörlerdeki ilerleme (yüksek çözünürlüklü kameralar, LiDAR, dokunsal sensörler) diğer tüm teknolojilerin etkinliğini katlıyor, ancak Avrupa’daki %91’e karşı Afrika’daki %38 internet erişimi dijital uçurumu büyütme riski taşıyor. Bu tablo, tarımda dron operatörlerinden veri analistlerine uzanan yeni rolleri, imalatta AI destekli kalite güvencesi ve kök neden analitiğini, inşaatta BIM+AI ve yarı otomatik tuğla döşemeyi, işletme-yönetimde uzaktan çalışmanın ve Aİ’nin belirsiz denklemini, perakendede talep tahmini ve enerji depolama altyapısının teknik operatör ihtiyacını, lojistikte AI ajanları, depo robotları ve gerçek zamanlı platform optimizasyonunu, sağlıkta idari otomasyonla %70–90’a varan işlem süresi düşüşlerini ve tahmine dayalı analitiği bir arada gösteriyor; fakat aynı anda beceri-eğitim uyumsuzluğu, düşük-orta beceri işlerde kitlesel kayıp, insan özneliğinin algoritmik erozyonu ve enerji/ekoloji sınırları gibi kırılganlıkları büyütüyor. Sonuçta resim net: üretkenlik ve ölçeklenebilirlik teknolojiden gelir, ama geleceğin işinde değeri belirleyecek olan hâlâ insanın kendisi, yaratıcılık, etik yargı, empati ve uyum becerisi; yani makinenin kurduğu düzenin içinde anlamı kurabilme gücü.

Kapıdan Gidenler, Gönülden Gitmeyenler: İşten Çıkarmanın İnsani Yüzü

Özetleyici şöyle dedi: Bir iş görüşmesinde adayın “En son işten çıkarılan kişinin sebebi neydi ve bu sürece nasıl yaklaştınız?” sorusu, konunun özünü tek cümlede yakalamıştı: Bir şirketin karakteri, zor zamanlarda insanlarına nasıl davrandığıyla belli olur. İşten çıkarma genellikle bir maliyet önlemi gibi görülür, ama asıl maliyet içeride kalır; güven, bağlılık ve üretkenlik sessizce azalır. Araştırmalar, saygısız ve şeffaflıktan yoksun süreçlerin çalışan bağlılığını ve iş tatminini dramatik biçimde düşürdüğünü gösteriyor. Kalanlar, bir sonraki sıranın kendilerine gelip gelmeyeceğini düşünür; ortaya çıkan sadakat, çoğu kez yalnızca hayatta kalma içgüdüsüdür. Oysa bir çalışanı nasıl uğurladığınız, kalanlara verdiğiniz en kalıcı kültür dersidir. Saygıyla yönetilen bir ayrılık, ileride mezunlar ve “bumerang” çalışanlar olarak geri dönen gerçek bağlılık tohumlarını eker. Bu nedenle şeffaflık, teşekkür ve onurlu veda mektupları sadece nezaket değil, stratejik bir yatırımdır. Çünkü insanlar işten çıkarılma anında değil, o anın nasıl yönetildiğinde şirketlerine dair gerçek fikri edinirler. Bir fırtına geçtikten sonra kurumun geleceğini belirleyen, gidenlerin ardında kalan sessizlikte duyulan güvendir.

Kamera, Işıklar, Motor?

Yapay zekanın yaygınlaşmasıyla birlikte, kullanım alanları veri analizinden sanata, yazıdan videoya kadar genişledi. DALL-E ve Imagen gibi ilk görüntü modelleri hatalarına rağmen bu devrimin öncüleriydi; ardından gelen Veo 3, sesli video üretebilen ilk model olarak çıtayı yükseltti. Aynı dönemde “AI Commissioner” filmiyle dünyanın ilk yapay zeka aktrisi Tilly Norwood sahneye çıktı, hatta bir menajerlik ajansına kaydoldu. Meta, Midjourney ortaklığıyla “Vibes” adını verdiği tamamen yapay zekalı bir video paylaşım alanı kurarken, OpenAI da Sora 2 modelini ve buna bağlı sosyal medya platformunu duyurdu; kullanıcılar artık yapay zekayla video üretip birbirlerinin içeriklerini yeniden kurgulayabiliyor. Google’ın Veo 3.1 sürümü ise daha doğal sesler, gelişmiş dudak senkronu ve kesintisiz sahne akışıyla dikkat çekti. Kusurları hâlâ gözle görülse de bu modeller artık insan benzeri karakterler yaratabiliyor, fiziksel tutarlılığı koruyabiliyor ve hikâye devamlılığını yakalayabiliyor. OpenAI destekli 30 milyon dolarlık “Critterz” filmi ve Amazon’un kişiye özel içerik üreten Showrunner projesi, sinema ve eğlencenin geleceğine işaret ediyor. Ancak tüm bu ilerlemenin merkezinde hâlâ insan var; çünkü yapay zekanın yaratıcılığı bile insanın üretiminden doğuyor. Bu nedenle teknolojinin gelişimi, sanatçıyı dışlamadan ve kötüye kullanıma açık bırakmadan sürdürülmek zorunda.

Hedeflerle Yönetim, Strateji ve Anlam Arayışı Üzerine

Butan’dan dönüşte kulağında yankılanan rehberin “Biz geliri değil, mutluluğu ölçüyoruz” sözüyle başlayan düşünceler, ölçümlemenin anlamını sorgulayan bir iç konuşmaya dönüşür. Kurumsal dünyada hedefler genellikle yukarıdan belirlenir, çalışanlar da bu çerçevede performanslarını sayılarla kanıtlamaya çalışır; ancak zamanla hedefin ardındaki “neden” kaybolur. Hedefler anlamla buluşmadığında, çaba yüzeyde kalır. Gerçek başarıyı tanımlayan şey, yalnızca kâr ya da büyüme değil, sürdürülebilirlik ve değer yaratmadır. Drucker’ın ölçme vurgusu yönetimin temelini atarken, Kaplan ve Norton bunun tek başına yeterli olmadığını, kültürün ve öğrenmenin de ölçülmesi gerektiğini gösterir. Dönüştürücü liderlik anlayışı ise, insanı merkeze alarak ölçümleri bir araç, anlamı ise amaç haline getirir. Çünkü insan performansı yalnızca baskıyla değil, inanç ve aidiyetle beslenir. Tıpkı Butan’da mutluluğun gözlerde aranması gibi, liderliğin de asıl ölçütü insanların içsel tatminidir. Gerçek lider, hedef koymaktan çok anlam yaratır; stratejisini rakamlardan değil, insanın kim olmak istediğinden besler.