Kaygı Çağında Yitirdiklerimiz ve Kazanabileceklerimiz

Tarih

“Yaşam acıyı kendiliğinden getirir, size düşen ona mutluluk katmaktır.”
Milton H. Erickson
Erickson’un bu uyandıran sözünün kapsamını biraz genişletmeme izin verin. Haddimi aşmamaya çalışarak bir deneme yapacağım. Bu sözü yeniden şöyle söylemek isterdim. Yaşam bize kaygıyı, yozlaşmayı, güvensizliği, çıkarcılığı, düşmanlığı, umutsuzluğu kendiliğinden getirir, bize düşen onlara güven, saygı, bağlılık, özen ve sevgi katmaktır.
Heyhat gelin görün ki, kaygı çağında bu katkıları sağlayamadığımız gibi elimizde hali hazırda var olanları da yitirdik, yitirmekteyiz.
Neden bu hale geldiğimizi gerekçelendirmek çok da büyük çaba gerektirmese de bu gerekçelere sığınıp olup biteni yok saymak büyük ayıp gibi duruyor. İnsanlık bir açıdan tarihinin en kolay bir açıdan da en zor dönemlerini yaşıyor. Kavgalar hep vardı ama biz haberdar değildik, yapılacak işler hep vardı ama biz bu kadar sorumlu değildik, tehditler vardı ama biz farkında değildik. Herkesin kendi küçük kasabasında, şehrinde yaşayıp gittiği, kendi düzeni dışında dünyada olup bitenlerden pek de haberi olmadığı dönemler bitip de tüm dünyanın derdi, tasası önümüze dökülünce yükü de omuzlarımıza bindi. Kaynakların tükendiğini, iklim krizi diye bir şeyin varlığını fark edip bunların somut sonuçlarını deneyimlemeye başlamamız, küresel ve ulusal ekonomik krizleri art arta yaşamamız, savaşları canlı yayından izler hale gelmemiz, tüm dünyadakileri topladığımızda ağırlığı bir gram dahi olmayan bir virüs tarafından felce uğramamız zaten kaygı üretmeye meyyal olan zihinlerimizin ayarını hepten bozdu. Kafalarımızın içindeki film stüdyoları sürekli olumsuz senaryolar yazarak kendini kaygıdan kaygıya sürüklemeyi, korku filmlerinin en korkunçlarını bize izletmeyi başarmakta.
Bu kaygı bombardımanın da çeşitli yan etkileri oldu elbette. Rayımızdan çıkmamıza neden olan gerekçeler de burada gizli. Panik, korku, kaygı gibi duygular hayatta kalmakla ilgili bir sorunumuz olsun veya olmasın bizi hayatta tutmaya yönelik olarak bize bahşedilmiş içgüdülerimiz. Bu güdüler devreye girdiğinde ise ilkel beynimizin buyruklarına teslim oluyor ve “vahşi” varlıklara dönüşebiliyoruz. Doğayı, çevreyi, insanı tehdit altında algılayışımız zannettiğimiz veya umduğumuz şekilde “bir ders çıkarmak”la sonlanmadığı gibi bizleri avdan bir parça daha koparmak için etrafındakileri alt etmeye çalışan yırtıcılara benzetti. Pandemi başladığında insanlığın bu deneyimden büyük kazanımlar sağlamasını, yeni bir başlangıç yapmasını umut etmiştik. Bir şeyler değişir, dönüşür sanmıştık. Ama görüyoruz ki savaşların, açlığın, doğa katliamının sonu gelmemiş ve gelmeyecek gibi duruyor. İnsan evladının hırçınlığı tüm hızıyla sürüyor.
Bu saydıklarım işin makro boyutu. Bir de gündelik yaşamımızdaki mikro boyutu var. Kaygı ve panik bizi nezaketten, diğerine saygı duymaktan, güvenmek ve paylaşmaktan alıkoyuyor. Yırtıcılar gibi ava saldırmasak da herhangi bir risk anında market raflarını ardımızdan gelen kişiyi hiç düşünmeden alışveriş sepetine indirmemiz, trafikte birine yol vermeyi yenilgi sayıp canına kastedercesine üzerine sürmemiz, komşumuzu sudan bir sebeple şikâyete gitmemiz, patronumuza sadece patron olduğu için kin duymamız, çalışanımızı servetimize göz dikmiş arsızlar gibi görmemiz, bizden farklı düşüneni düşman bellememiz, yaşamımızdaki kadınlara, erkeklere, partnerlere bizim istediğimiz gibi olsun diye yapmadığımızı bırakmamamız…
Epeydir kimselerin vakti yoktu durup ince şeyleri anlamaya. İnce şeylerden vezgeçeli hatırı sayılır bir zaman olmuştu. Şimdi ise insanın insana, çevreye ve kendine en çok düşman olduğu, zarar verdiği zamanlarda biçare ve şaşkınız. Birbirimizin kurdu olmak belki de hep doğamızda vardı. Ancak umuda sığınacak saf bir yanımız da vardı. Belki de hala var. Ancak umut bir strateji değildir. Birbirimize kucak açmadıkça, yalnızlaştıkça, ıssızlaştıkça, huysuzlaştıkça kaygı derinleşir, derinleşen kaygı yıkıcı, bölücü terör örgütleri gibidir. İç ve dış tüm savaşlar da bundan beslenir. Bu nedenle yeni bir stratejiye hemen, şimdi ihtiyacımız var. Tıpkı Erickson’un söylediği gibi yaşamın getirdiklerine teslim olmadan ayağa kalkmak, harekete geçmek kendimize ve insan olmaya dair en önemli sorumluluğumuz. Topyekûn bir insanlık hareketi başlatamayabiliriz. Ama bu adım, bu yazı biter bitmez ayağa kalkıp bir iş arkadaşına sarılmak, yalnız bir komşuyla ilgilenmek, uzun zamandır hatırını sormadığınız bir dostu aramak, bir sivil toplum kuruluşuna bağışta bulunmak, tökezleyen birinin elinden tutmak, bir komşunun ağır alışveriş poşetlerinden birini taşımak için uzanmak, trafikte canımızı sıkan birine selamet dilemek kadar küçük, naif bir adım olsa da atılmalıdır… Neden mi? Söylemeye gerek var mı, tüm büyük hedeflere böyle küçük adımlarla varıldığını?

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Sosyal Medyada Paylaş

Popüler Yazılar

Bunları da sevebilirsiniz
Bunları da sevebilirsiniz

Bir kahve molasında satılan dostluklar

ChatGPT: İş hayatında insanı en çok yıpratan şey, uzun mesailer ya da düşük maaşlar değil; aynı hedef için omuz omuza çalıştığı bir arkadaşının bir gün sırtını dönmesidir. Çünkü ihanet, sadece bir güveni değil, insanın iç dengesini de yıkar. Kısa vadede kazandırıyor gibi görünse de, uzun vadede itibar kaybı kaçınılmazdır; zira iş dünyası küçük bir ekosistemdir ve “güvenilmez” damgası bir kez vuruldu mu silinmez. Üstelik ihanet sadece kurbanı değil, kurumu da zehirler: Güvenin olmadığı yerde cesaret, yaratıcılık ve bağlılık barınamaz. Adil ve şeffaf olmayan ortamlarda ihanet kök salar, sadakat ise susar. Oysa gerçek başarı, başkasının sırtına basarak değil, birlikte yükselerek kazanılır. Çünkü hiçbir unvan, dostluğu satmanın bıraktığı gölgeyi silemez; ihanet eden sonunda yalnız kalır, kazandığını sandığı her şeyin aslında kayıp olduğunu çok geç anlar. İş dünyasında en değerli sermaye ne para ne güçtür — güven ve itibardır, ve onu kaybeden gerçekte her şeyini kaybeder.

Kendimizi geçmek, Trafikteki araçları geçmek gibi değil

Hayatta başarıyı çoğu zaman yanlış tanımlıyoruz; sanki mesele, başkalarını sollayıp varış çizgisine önce ulaşmakmış gibi. Oysa hayat bir yarış pisti değil, sabırla geçilmesi gereken uzun bir trafik akışı ve bu trafikteki tek rakibimiz, dünkü halimiz. Toplum bize hep “daha hızlı, daha çok, daha önde ol” diyor ama asıl soru şu olmalı: “Ben bugün, dünün ben’inden daha mı iyiyim?” Kendini geçmek; büyük zaferler kazanmak değil, küçük alışkanlıkları dönüştürmektir — dün ertelediğini bugün yapabilmek, öfkelendiğin yerde susabilmek ya da kendine bir bardak su fazla içirebilmektir. Başkalarıyla kıyaslandığında sonuç hep huzursuzluk olur, çünkü bu yarışın sonu yoktur. Gerçek başarı, kendi gölgeni geçebildiğin o küçük ama anlamlı anlarda gizlidir. Çünkü insan, başkalarını değil, kendi sınırlarını aştığında özgürleşir.

Transpersonel liderlikte güven: Ruhsal bilinç ile kurulan ekipler

Transpersonel liderlik, liderliği yalnızca hedefler ve performansla sınırlamayıp, ekibin bilinç, ruhsal denge ve kolektif uyumunu da gözeten bir anlayıştır. Bu liderlik türü, çalışanları birer “kaynak” değil, potansiyelleri ve sezgileriyle bir bütün olarak görür. Uruguay eski başkanı Jose Mujica, mütevazı yaşam tarzı, şeffaflığı ve toplumsal faydayı merkeze alan yaklaşımıyla bu liderlik anlayışının canlı bir örneğidir. Transpersonel lider için güven, bir strateji değil, ruhsal bir sorumluluktur; çünkü güven, hem ekip enerjisinin hem de kolektif bilincin temelini oluşturur. Şirketlerde güvenli bir ortam yaratmak, çalışanların içsel motivasyonlarını, yaratıcılıklarını ve bağlılıklarını artırır. Ancak güven zedelendiğinde, liderin görevi hatalarını fark etmek, şeffaflıkla iletişim kurmak ve tutarlılıkla güveni yeniden inşa etmektir. Dürüstlük, empati, adalet ve bilinçli iletişim, transpersonel liderin en güçlü araçlarıdır. Gerçek liderlik, sadece sözlerle değil, varlığıyla güven veren bir enerji alanı yaratabilmektir.

Müşteri sadakati mi, maliyet mi? İade süreçlerinin marka imajına etkisi

Alışveriş artık yalnızca ürün almak değil, markayla kurulan ilişkinin bir parçası. Bu ilişkinin en kritik aşaması ise iade süreci. Çünkü iade, bir markanın müşterisine gerçekten ne kadar değer verdiğini gösteren sınavdır. Müşteri açısından kolay ve destekleyici bir iade süreci, güven ve sadakat duygusunu pekiştirirken; markalar için bu süreç, kısa vadede maliyet yaratsa da uzun vadede güçlü bir imaj ve sadık müşteri kitlesi kazandırır. Zorlaştırılan iade politikaları ise kaliteyi gölgede bırakır, olumsuz deneyimler hızla yayılır. Dolayısıyla asıl mesele “maliyet mi, sadakat mi?” değil; “bugünü mü kurtaracağız, geleceğe mi yatırım yapacağız?” sorusudur. Çünkü markalar bilir ki güven, iade sürecinde kazanılır ve bir kez kaybedildiğinde hiçbir reklam bütçesiyle geri alınamaz.