Languishing İçinden Çıkmak İstemediğiniz Atalet ve Mecalsizlik

Tarih

Bu aralar kendinizi yorgun, mutsuz ve keyifsiz mi hissediyorsunuz? Canınız sıkılıyor, hiçbir şey yapmak istemiyor ya da yapmak istediğiniz şeyi bilmiyor musunuz? Hissettiğiniz bu duyguyu anlamakta zorlanıyorsanız, İngilizce’de “languishing” olarak adlandırılan Türkçe’de ise tam karşılığını bulamamış olan bu tuhaf duygu durumunun içindesiniz.
Bu durum hayata karşı hissedilen olumlu duyguların eksikliği, potansiyelini ortaya koyamama hali ve amaçlarının eksik olması olarak açıklanabilir. İşlerinizi bitirmek, yeni bir diziye başlamak, yemek yapmak ya da arkadaşlarınızla buluşmak hiç içinizden gelmiyor. Sıkılıyorsunuz ama ne yapmak istediğinizi de bilmiyorsunuz. Hoşgeldin “languishing” ….
Özellikle pandemide ve sonrasında birçok kişinin tanımlayamadığı bu ruh hali, son zamanlarda pek çok kişide görülen psikolojik bir duruma dönüştü. Bu durum, tükenmişlik hali ya da depresyon değildir. Enerjiniz vardır ve kendinizi umutsuz da hissetmiyorsunuzdur. Sadece bir keyifsizlik, neşesiz ve amaçsız hissetme hali mevcuttur. Hayata karşı bir isteksizlik, yapılması gereken sorumluluklarınızı sürekli bir erteleme hali, sürekli endişe duymak, eskiden severek yaptığınız aktivitelerin artık keyif vermemesi, konsantre olmakta güçlük, motivasyon eksikliği ve genel bir amaçsızlık hali en çok görülen belirtiler arasındadır.
Pandeminin başında yaşanan belirsizlikler, beynin amigdala bölgesindeki “savaş ya da kaç” komutlarını yüksek alarm haline getirmiştir. Hissedilen belirsizlik duygusu o kadar yoğundu ki bu tetikleyicilere karşı kendimizi korumak ya da savaşabilmek için baş etme yöntemleri geliştirebilmemize yardımcı oluyordu. Pandeminin bitmesiyle birlikte güçlü tetiklenmeler de bitti. Bu durum bazı kişilerin beyin yapısında ve hayatında bir boşluğa sebep oldu. Tıpkı iyi bir sporcunun müsabakalarda sakatlanıp sporu bırakmak zorunda kalması gibi… Beynin bu güçlü tetikleyicilerin yerine, yeni ve aynı güçte bir şeyler koyabilmesi mümkün olmadığı için bazı kişilerde hayata karşı amaçsızlık, neşe ve istek kaybı gibi belirtiler vermeye başladı. Bu durum, psikolojide “languishing” olarak adlandırıldı.
“Languishing” ile başa çıkmak için;
Dikkatinizi dağıtacak, sizi olumsuz etkileyecek her türlü kişi ve durumlardan uzak durmak.
Kendinize ait zaman dilimleri oluşturmak.
Ulaşabileceğiniz küçük hedefler koyup ulaştıkça mutlu olmak.
Hayatın akışına ayak uydurmak. Sosyalleşme ve davet tekliflerini reddetmeyin.
Nefes egzersizleri ve meditasyon yapmak.
Günlük tutmayı deneyin.
Kaliteli bir uyku ve sağlıklı besinler tüketmek.
Sosyal ilişkilerinize sahip çıkın.
Ailenizle, sevdiklerinizle ve çevrenizle iyi ilişkiler ve yaşadığınız problemleri sevdiklerinizle paylaşmak.
önerilmektedir.
Buraya kadar araştırmalardan öğrendiklerimi yazdım. İkinci bölümde ise benim ve çevremde bu duyguyu yaşayanların tecrübelerini paylaşacağım.
Hani Cumartesi günü dahil çok yoğun bir hafta geçirirsiniz ve Pazar günü yataktan çıkmak için en ufak bir motivasyonunuz olmaz ya. Bir şey yapsam mı yapmasam mı derken hiçbir şey yapmadan gün biter, iyi olmayla depresiflik arasında boş boş zaman geçirirsiniz. İşte bu duygunun haftaya, aya hatta yıla kadar uzama hali olarak nitelendiriyorum bu durumu. Sanki araftasın, stand by durumundasın, Yaşamak yerine seyretmeyi seçiyorsun, sevinç yok ama üzülmeye de takadin yok o bile zor geliyor, sadece yaşıyorsun. Ataletin gönüllü bir neferi gibisin. Dışarıdan neyin var, canın neye sıkkın diye soruyorlar ama sen de bilmiyorsun ki sana neler oluyor.
Yaşama sevinci ve coşkusu elinden alınmış bir çocuk gibisin. Mutlu olmak için haz peşinde koşan o yaramaz çocuktan arta kalan ise acıdan kaçınmak için dolu dolu yaşamak yerine otomatik pilota bağlanmış rutin bir hayatın kolaylığının pençesinde “mış ve -acak” ları yaşamayı bekleyen bir insancık….
Bu duygusal donukluk ve yorgunluk hali, rutin aktivitelerden zevk almanı, gelecekten beklentinin kalmamasını ve odak eksikliğine yol açarken, hobilerinin de eski tadı tuzu kalmıyor.
Arkanıza yaslanıp bir düşünün, size de zaman zaman uğramıyor mu “languishing” hali? Hatta yatıya kalıp sonrada ev arkadaşı olarak hayatınızın bir parçası olmuyor mu?
Bir yıldır köşe yazıları yazdığım “Gelecek Yönetim” gazetesi sayesinde bu duygudan bir nebze de olsa kurtuldum. İlgimi çeken konuları araştırmak, onları yazıya dökmek azda olsa edilgen olmaktan etkenliğe geçişimi ve hayattan aldığım keyfi arttırdı.
Kazancakis’in Zorba romanında, bedeni terk edip kendine yabancılaşan zihnin tekrar bedene yani kendine dönüşü anlatmaktadır. İçine düşülen bu duygu durumunun ilacı da belki tam olarak budur.
Zihniniz ile bedeninizin tekrar sevgili olduğu günlerde karşılaşmak üzere…

2 YORUMLAR

  1. Hele biz emeklilerde çok oluyor bu gibi durum.Her şey adım atmakla başlıyor desem..o adımı atmak arkasını getirmek işi çözüyor..güzel yazı.guzel konu.eline sağlık..

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Sosyal Medyada Paylaş

Popüler Yazılar

Bunları da sevebilirsiniz
Bunları da sevebilirsiniz

Bir kahve molasında satılan dostluklar

ChatGPT: İş hayatında insanı en çok yıpratan şey, uzun mesailer ya da düşük maaşlar değil; aynı hedef için omuz omuza çalıştığı bir arkadaşının bir gün sırtını dönmesidir. Çünkü ihanet, sadece bir güveni değil, insanın iç dengesini de yıkar. Kısa vadede kazandırıyor gibi görünse de, uzun vadede itibar kaybı kaçınılmazdır; zira iş dünyası küçük bir ekosistemdir ve “güvenilmez” damgası bir kez vuruldu mu silinmez. Üstelik ihanet sadece kurbanı değil, kurumu da zehirler: Güvenin olmadığı yerde cesaret, yaratıcılık ve bağlılık barınamaz. Adil ve şeffaf olmayan ortamlarda ihanet kök salar, sadakat ise susar. Oysa gerçek başarı, başkasının sırtına basarak değil, birlikte yükselerek kazanılır. Çünkü hiçbir unvan, dostluğu satmanın bıraktığı gölgeyi silemez; ihanet eden sonunda yalnız kalır, kazandığını sandığı her şeyin aslında kayıp olduğunu çok geç anlar. İş dünyasında en değerli sermaye ne para ne güçtür — güven ve itibardır, ve onu kaybeden gerçekte her şeyini kaybeder.

Kendimizi geçmek, Trafikteki araçları geçmek gibi değil

Hayatta başarıyı çoğu zaman yanlış tanımlıyoruz; sanki mesele, başkalarını sollayıp varış çizgisine önce ulaşmakmış gibi. Oysa hayat bir yarış pisti değil, sabırla geçilmesi gereken uzun bir trafik akışı ve bu trafikteki tek rakibimiz, dünkü halimiz. Toplum bize hep “daha hızlı, daha çok, daha önde ol” diyor ama asıl soru şu olmalı: “Ben bugün, dünün ben’inden daha mı iyiyim?” Kendini geçmek; büyük zaferler kazanmak değil, küçük alışkanlıkları dönüştürmektir — dün ertelediğini bugün yapabilmek, öfkelendiğin yerde susabilmek ya da kendine bir bardak su fazla içirebilmektir. Başkalarıyla kıyaslandığında sonuç hep huzursuzluk olur, çünkü bu yarışın sonu yoktur. Gerçek başarı, kendi gölgeni geçebildiğin o küçük ama anlamlı anlarda gizlidir. Çünkü insan, başkalarını değil, kendi sınırlarını aştığında özgürleşir.

Transpersonel liderlikte güven: Ruhsal bilinç ile kurulan ekipler

Transpersonel liderlik, liderliği yalnızca hedefler ve performansla sınırlamayıp, ekibin bilinç, ruhsal denge ve kolektif uyumunu da gözeten bir anlayıştır. Bu liderlik türü, çalışanları birer “kaynak” değil, potansiyelleri ve sezgileriyle bir bütün olarak görür. Uruguay eski başkanı Jose Mujica, mütevazı yaşam tarzı, şeffaflığı ve toplumsal faydayı merkeze alan yaklaşımıyla bu liderlik anlayışının canlı bir örneğidir. Transpersonel lider için güven, bir strateji değil, ruhsal bir sorumluluktur; çünkü güven, hem ekip enerjisinin hem de kolektif bilincin temelini oluşturur. Şirketlerde güvenli bir ortam yaratmak, çalışanların içsel motivasyonlarını, yaratıcılıklarını ve bağlılıklarını artırır. Ancak güven zedelendiğinde, liderin görevi hatalarını fark etmek, şeffaflıkla iletişim kurmak ve tutarlılıkla güveni yeniden inşa etmektir. Dürüstlük, empati, adalet ve bilinçli iletişim, transpersonel liderin en güçlü araçlarıdır. Gerçek liderlik, sadece sözlerle değil, varlığıyla güven veren bir enerji alanı yaratabilmektir.

Müşteri sadakati mi, maliyet mi? İade süreçlerinin marka imajına etkisi

Alışveriş artık yalnızca ürün almak değil, markayla kurulan ilişkinin bir parçası. Bu ilişkinin en kritik aşaması ise iade süreci. Çünkü iade, bir markanın müşterisine gerçekten ne kadar değer verdiğini gösteren sınavdır. Müşteri açısından kolay ve destekleyici bir iade süreci, güven ve sadakat duygusunu pekiştirirken; markalar için bu süreç, kısa vadede maliyet yaratsa da uzun vadede güçlü bir imaj ve sadık müşteri kitlesi kazandırır. Zorlaştırılan iade politikaları ise kaliteyi gölgede bırakır, olumsuz deneyimler hızla yayılır. Dolayısıyla asıl mesele “maliyet mi, sadakat mi?” değil; “bugünü mü kurtaracağız, geleceğe mi yatırım yapacağız?” sorusudur. Çünkü markalar bilir ki güven, iade sürecinde kazanılır ve bir kez kaybedildiğinde hiçbir reklam bütçesiyle geri alınamaz.