Modern Kadının Dengesi ve Görünmez İpler Üzerinde Bir Yaşam

Tarih

Sabahın ilk ışıklarıyla başlayan koşuşturma, gece yarısına kadar süren bir maratona dönüşüyor. Çalan alarm, uykulu gözlerle hazırlanan kahvaltılar, okul servisi telaşı, iş toplantıları, akşam yemeği hazırlıkları… Modern kadının günlük rutini, adeta görünmez bir savaşın farklı cephelerinde sürekli mücadele etmekten ibaret. Bu yazıyı kaleme alırken, geçen hafta teknoloji sektöründe üst düzey yönetici olan arkadaşım Ayşe’yle yaptığımız sohbet geliyor aklıma. Yorgun gözlerle “Mükemmel anne, başarılı yönetici, ideal eş olmaya çalışırken kendimi kaybediyorum” demişti. Bu cümle, aslında milyonlarca kadının sessiz çığlığının özeti gibiydi.
Günümüz dünyasında kadınlar, tarihte hiç olmadığı kadar çok rolle karşı karşıya. İş hayatında kendini kanıtlama çabası, evde anne ve eş rollerinin getirdiği sorumluluklar, sosyal yaşamın gereklilikleri… McKinsey’nin son araştırması, çalışan kadınların %73’ünün iş-özel hayat dengesizliğinden muzdarip olduğunu gösteriyor. Pandemi sonrası dönemde bu oranın %82’ye kadar yükselmiş olması, durumun ciddiyetini gözler önüne seriyor. Ev işleri ve çocuk bakımında hala aslan payının kadınların omuzlarında olması, bu dengesizliği daha da derinleştiriyor.
Toplumun dayattığı roller ve içimizdeki mükemmeliyetçilik dürtüsü, bizi en çok tüketen faktörler arasında. İş hayatında “süper kadın” olmaya çalışırken evde “fedakar anne” rolünü üstlenmek, sadece ruhsal değil, fiziksel sağlığımızı da tehdit ediyor. Geçen ay katıldığım bir kadın liderlik konferansında, büyük bir şirketin CEO’su olan Zeynep Hanım’ın söyledikleri hala kulaklarımda: “14 yıllık kariyerimde öğrendiğim en önemli şey, mükemmel olmaya çalışmanın en büyük tuzak olduğuydu. Kendimize karşı daha anlayışlı olmayı öğrendiğimizde, hem daha mutlu hem daha başarılı oluyoruz.”
Bu dengeyi kurmanın yolu, öncelikle kendimize karşı dürüst olmaktan geçiyor. Her şeyi tek başımıza yapamayacağımızı kabul etmek, belki de atılması gereken ilk adım. Ev işlerinde eşit iş bölümü talep etmek, profesyonel destek almaktan çekinmemek, kadın dayanışma ağları oluşturmak hayati önem taşıyor. İş yaşamında sınırlar koymayı öğrenmek, “hayır” diyebilmek ve dijital detoks zamanları yaratmak da bu dengenin önemli parçaları.
Kendi deneyimlerimden ve çevremdeki kadınların hikayelerinden öğrendiğim en değerli ders, kendimize zaman ayırmanın bir lüks değil, zorunluluk olduğu. Günlük rutinin içinde küçük “ben” zamanları yaratmak, hobi ve ilgi alanlarına vakit ayırmak, düzenli egzersiz yapmak mental sağlığımız için olmazsa olmaz. Bu molalar, sadece kendimizi şarj etmemizi sağlamıyor, aynı zamanda diğer rollerimizi de daha iyi yerine getirmemize yardımcı oluyor.
İş dünyasının geleneksel, erkek egemen kurallarını sorgulamanın ve değiştirmenin tam zamanı. Esnek çalışma saatleri, evden çalışma seçenekleri, ebeveynlik izinleri gibi politikaların yaygınlaşması artık bir tercih değil, zorunluluk. Birçok global şirket bu konuda önemli adımlar atıyor, ancak daha gidecek çok yolumuz var.
Geçen gün 8 yaşındaki kızım bana “Anne, sen neden hep yorgunsun?” diye sorduğunda, duraksadım. Bu soru, beni derin bir muhasebeye itti. Belki de mükemmel olmaya çalışmaktan vazgeçip “yeterince iyi” olmayı kucaklamanın zamanı geldi. Kendimize karşı daha anlayışlı, daha şefkatli olmalıyız. Çünkü denge, mükemmeliyette değil, sürdürülebilir bir yaşam ritminde saklı.
Bu yolculukta yalnız olmadığımızı bilmek belki de en büyük güç kaynağımız. Her gün benzer mücadeleleri veren milyonlarca kadın var. Birbirimizin hikayelerinden güç alarak, destekleyerek ve dayanışma içinde olarak bu görünmez savaşı kazanabiliriz. Unutmayalım ki, denge bir varış noktası değil, sürekli yeniden keşfedilen bir yolculuk. Ve bu yolculukta kendimize karşı nazik olmak, belki de öğrenmemiz gereken en önemli ders.
Son olarak, tüm kadınlara sesleniyorum: Mükemmel olmaya çalışmaktan vazgeçin. Kendinize zaman ayırmaktan suçluluk duymayın. Yardım istemekten çekinmeyin. Ve en önemlisi, kendi değerinizi başkalarının beklentileriyle değil, kendi standartlarınızla ölçün. Çünkü gerçek denge, ancak kendimizi gerçekten önemsediğimizde kurulabilir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Sosyal Medyada Paylaş

Popüler Yazılar

Bunları da sevebilirsiniz
Bunları da sevebilirsiniz

Ekibi Değiştirmek Kolay; Ya Kendini.

Kurumlarda gerçek ve sürdürülebilir dönüşümün anahtarı, dışsal değişikliklerden (ekip veya organizasyon şeması değişimi) ziyade liderin kendi içsel dönüşümünden geçer. Ekibi değiştirmek kolay olsa da, bu yalnızca görünürde bir hareket yaratır ve liderin iş yapış biçimi, öncelikleri ve alışkanlıkları sabit kaldıkça sonuçlar tanıdık kalır. Metin, kurumsal dönüşümün liderin öz-farkındalık ve öz-önderlik becerilerini geliştirmesiyle ivme kazandığını, bu becerilerin stres dayanıklılığını, performansı ve ilişkileri iyileştirdiğini vurgular. Etkili değişim için liderin "önce ben neyi bırakacağım?" sorusunu sahiplenmesi, savunmayı askıya alarak dinlemesi ve Dunning–Kruger tuzağından kaçınıp entelektüel alçakgönüllülük göstermesi gerekir. Kültür, liderin söyledikleriyle değil, örnekledikleri ve ödüllendirdikleriyle şekillenir; bu nedenle lider değişmeden kültürün değişmesi beklenemez. Pratikte bu, eski öncelikleri durdurmak, düzenli dinleme halkaları oluşturmak ve liderin kendi gelişim planlarını şeffaflıkla paylaşmasıyla başlar. Nihayetinde, hız ile ilerleme aynı şey değildir; en zor olan, yani liderin kendi davranışlarını değiştirmesi, ekibin değişmek zorunda kalması yerine istemesini sağlayan ve uzun vadede en verimli olan başlangıç noktasıdır.

Kişinin, “var olsun” diye uğraştıklarının yoklukları ile sınavı…

İnsan çoğu zaman sahip olduklarından çok, kendisinden esirgenenlerin peşine düşer; bu eksiklik duygusu kişiliği, kararları ve davranışları şekillendirir, hatta toplumsal sorunlara kadar uzanır. Freud’un “kişilik bastırılmış arzuların toplamıdır” sözüyle örtüşen bu hal, çocuklukta duyulmayan bir “aferin”den, iş dünyasında engellenen fırsatlara kadar her yerde kendini gösterir. Eksiklikler bazen sanatta yaratıcı güce dönüşse de çoğunlukla tatminsizlik, gösteriş merakı ve hatta şiddet olarak geri döner. Çözüm ise V.I.T.R.I.O.L. mottosunda gizlidir: insanın kendi iç derinliklerine inip arınması ve gizli taşını keşfetmesi.

Ünvanlar geçer, iyilik kalır

Çoğu insanın hayattaki hedefi meslek, para ya da başarı olurken “iyi insan olmak” çok az dile getirilen ama en kıymetli hedeftir; unvan, makam ve servet bir yere kadar taşırken, asıl değer vicdanla barışık kalabilmekte ve küçük anlarda erdemli seçimler yapabilmektedir. Haksızlığa karşı ses çıkarmak, menfaati reddetmek, affetmek gibi görünmeyen anlar insanın gerçek karakterini belirler. Toplum kalıplar dayatsa da, insanı ölümsüz kılan şey unvanı değil, “iyi bir insan” olarak hatırlanmasıdır.

İnsan Kaynaklarında Ücretlendirme: Adaletin Kaybolduğu Yerde Güven de Kaybolur

Bir iş yerinde maaş sadece bordroya yazılan bir rakam değil, çalışanın gözünde değerinin ölçüsüdür; adil olmayan ücretlendirme motivasyonu düşürür, sessiz istifayı tetikler ve yetenek kaybına yol açar. Google’ın şeffaflık politikası ya da Tesla’nın performansa dayalı prim sistemi gibi örnekler güveni artırırken, kişisel ilişkilere dayalı ücret farklılıkları ekip verimliliğini hızla yok edebilir. X kuşağı için güvence, Y kuşağı için şeffaflık, Z kuşağı içinse yan haklar ve esneklik öne çıkarken, en kritik nokta “eşit işe eşit ücret” ilkesinin korunmasıdır. Maaş, bir şirketin görünmeyen ama en güçlü sermayesidir; adalet sağlandığında güven, bağlılık ve verimlilik de beraberinde gelir.