Gözlerimi etrafımda gezdirdiğimde, modern zamanların göçebe ruhlarını görüyorum; kariyerlerinde durmaksızın bir arayış içindeler. Bir zamanların “aile yadigarı” gibi özenle saklanan, nesilden nesile aktarılan işleri, artık birkaç mevsimlik hevesler gibi kolayca unutuluyor, bir kenara atılıyor. Sanki birer arı misali, en tatlı nektarı bulmak, en güzel çiçeğin özünü emmek için çiçekten çiçeğe konuyor, her yeni deneyimde farklı bir tat, farklı bir aroma arıyorlar. Peki, bu bitmek bilmeyen hareketliliğin, bu sürekli yer değiştirme arzusunun ardında yatan gerçek nedir? Yoksa bu, ruhumuzun derinliklerindeki bir arayışın, içimizde yankılanan bir fısıltının, bastırılması güç bir dürtünün yansıması mı?
Düşünün bir an, her sabah aynı alarm sesiyle uyanıp, aynı yolları adımlayarak vardığınız o tanıdık, hatta belki de artık sıkıcı ofisi… Belki de yıllardır aynı masa, aynı manzara, aynı rutinlerle örülü bir hayat sürüyorsunuz. Başlangıçta sizi cezbeden, heyecanlandıran, hatta belki de hayallerinizi süsleyen projeler, zamanla gri birer gölgeye dönüşüyor, anlamını yitiriyor, sadece birer angarya haline geliyor. Sanki bir hamster çarkında dönüp duruyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz, her adımda aynı yere varıyorsunuz, bir türlü ilerleyemiyorsunuz. Motivasyonunuz bir mum gibi eriyor, enerjiniz tükeniyor, içinizde bir boşluk büyüyor, adeta bir kara delik gibi her şeyi yutuyor. İşte tam bu noktada, modern çağın vebası, tükenmişlik sendromu, sinsice yaklaşıyor, ruhunuzu ele geçiriyor, sizi bir zombiye dönüştürüyor.
Ancak, madalyonun diğer yüzünde, belki de tükenmişlik sadece bir kaçış, bir mazeret, bir bahaneden ibaret. Belki de içimizde, keşfedilmemiş diyarlara duyulan bir özlem, yeni bilgilerle beslenme arzusu, kendimizi aşma, sınırları zorlama isteği yatıyor. Belki de sadece daha adil bir ücret, daha esnek bir yaşam tarzı, daha anlamlı bir amaç, daha tatmin edici bir kariyer arıyoruz. Kim bilir? Belki de içimizdeki o yaramaz çocuk, sürekli yeni oyuncaklarla şımartılmak, farklı maceralara atılmak, heyecan verici deneyimler yaşamak istiyor.
Çağımızda bilgiye ulaşmak, bir sihirbazın şapkasından tavşan çıkarması kadar kolay, hatta daha da kolay. İnternet sayesinde, dilediğimiz konuda uzmanlaşabilir, kendimizi geliştirebilir, yeni beceriler edinebilir, hatta yepyeni bir kariyer inşa edebiliriz. Sanki bir sihirli değnek elimizdeymiş gibi, her istediğimizi gerçekleştirebilecek güce sahibiz, yeter ki onu nasıl kullanacağımızı bilelim. Bu durum, doğal olarak kariyer beklentilerimizi de Everest’in zirvesine taşıyor, sınırları zorlamamızı, daha yükseği hedeflememizi sağlıyor. Artık sadece “bir işim var” demek yetmiyor, bu bir lüks değil, bir gereklilik haline geliyor, hatta belki de bir zorunluluk. Yaptığımız işin ruhumuzu okşaması, bize bir şeyler katması, içimizdeki ateşi harlaması, bizi heyecanlandırması, bizi tatmin etmesi gerekiyor. Sanki bir orkestra şefi gibi, kendi hayatımızın senfonisini yönetmek, her notayı kendi istediğimiz gibi çalmak, uyumlu bir melodi yaratmak istiyoruz.
Peki, bu dur durak bilmeyen arayış, bu sürekli değişim isteği nereye kadar sürecek? Belki de bir gün, içimizdeki pusula doğru yönü gösterecek ve “işte benim limanım, aradığım huzur, mutluluk burada” diyeceğimiz bir yere demir atacağız, kök salacağız. Belki de hiçbir zaman tam olarak tatmin olmayacağız ve sürekli yeni ufuklara yelken açmaya, farklı kıtalar keşfetmeye, bilinmeyene doğru yolculuk etmeye devam edeceğiz. Sanki bir kaşif gibi, haritası çizilmemiş denizlerde yolculuk etmek, bilinmeyene doğru cesurca ilerlemek, yeni dünyalar keşfetmek isteyeceğiz.
Bu durum, şirketler için de büyük bir sınav niteliğinde, zorlu bir meydan okuma, hatta belki de bir kriz. Yetenekli beyinleri bünyelerinde tutmak, onları motive etmek, onlara yeni meydan okumalar sunmak, gelişimlerine destek olmak, onlara değer vermek zorundalar. Aksi takdirde, çalışanlar bir sonraki fırsatta başka bir gemiye atlamaktan, daha cazip bir teklifi değerlendirmekten, daha iyi bir yaşam arayışına girmekten çekinmeyecekler. Sanki bir taht oyunu gibi, şirketler sürekli yeni ittifaklar kurmak, stratejiler geliştirmek, rekabette öne geçmek, hayatta kalmak zorundalar.
Bu sadece maddi bir mesele değil, aynı zamanda manevi bir ihtiyaç, ruhani bir arayış. Çalışanlar, yaptıkları işin bir anlamı olduğuna, dünyaya bir katkı sağladığına, bir fark yarattığına inanmak istiyorlar. Şirketler, bu ihtiyacı karşılayacak bir vizyon sunmak, çalışanlarını bu vizyona ortak etmek, onlara ilham vermek, onları motive etmek zorundalar. Aksi takdirde, yetenekli çalışanlar, daha anlamlı bir amaç bulmak, daha iyi bir dünya yaratmak için başka bir yere gideceklerdir.
İnsanların neden iş değiştirdiği sorusunun tek bir yanıtı yok, bu karmaşık bir denklem, çok bilinmeyenli bir denklem. Her birimizin motivasyonları, beklentileri farklı, her birimizin hikayesi benzersiz, her birimizin hayalleri farklı. Ancak, değişmeyen bir gerçek var: İnsanlar, mutlu olmak, tatmin olmak, kendilerini gerçekleştirmek, anlamlı bir hayat yaşamak, iz bırakmak istiyor. Ve bu arayış, kariyer yolculuğumuzun en önemli durağı, belki de en önemli amacı olmaya devam edecek. Unutmayın, hayat bir nehir gibi akıyor ve bu akışta sürekli değişiyoruz, dönüşüyoruz, evrim geçiriyoruz. Bu değişime uyum sağlamak, hem bireyler hem de şirketler için hayati bir zorunluluk, kaçınılmaz bir gereklilik, hatta belki de bir fırsat. Belki de iş hayatında “ömürlük” diye bir kavram artık sadece bir efsane, geçmişin tozlu sayfalarında kalmış bir anı, nostaljik bir özlem. Belki de önemli olan, sürekli öğrenmek, gelişmek, değişime açık olmak ve bu sonsuz yolculukta kendimizi bulmak, potansiyelimizi keşfetmek, en iyi versiyonumuza ulaşmak. Belki de asıl aradığımız, dışarıda değil, içimizde saklıdır, kalbimizin derinliklerinde gizlidir.
Tarih