Uluslararası şirketler enflasyon ile nasıl mücadele ediyor?

Tarih

Uluslararası şirketlerin enflasyon ile ilgili dertleri farklıdır. Bundan dolayı artan enflasyon ve kurdaki volatilite karşısında hemen zam yapmayı düşünmezler.
Makro ekonomik volatilitenin yüksek olduğu bu tür dönemlerin hem kendileri hem de rakipleri için pazar payı kazanmak için büyük fırsat penceresi olduğunu bilirler.
Halka açık olan uluslararası şirketler bu dönemleri hissedarlarına sinyal vermek için kullanırlar. Stratejilerine ne kadar güvendikleri ile ilgili bir nevi özgüven testinden geçerler.
Enflasyonun kurumlarda verimsizliğin üstünü örten bir araca dönüşmesi, kısa vadede kar ve karlılık üzerinde yapacağı etkiden daha büyük bir risk olarak görülür.
Enflasyon ve devalüasyon yarattığı “iklim” ile çok daha sıklıkla fiyat artışı yapılmasına şirket içinde zemin ve gündem hazırlar.
Kurum yöneticilerinin fiyat artışını yalnızca enflasyonun maliyetler üzerinde yarattığı etkileri dengeleme aracı olarak değil, verimsizlikle ilgili problemlerin de çözüm aracı olarak görmeye başlama riski vardır.
Verimsizlik olarak ele alınması gereken bir alan ya da süreç fırsat bu fırsat diye fiyat artışının içine yedirilerek gündemden düşürülebilir. Verimsizlikle ilgili problemin olup olmadığı tartışmalarına ve kalıcı çözümün ertelenmesine vesile olabilir.
Enflasyonun minimal seyrettiği iklim, sürdürülebilir büyüme için kritik öneme sahip olan yaratıcı çözümler sunmayı şirketin iş yapış kültürüne dönüşmesine ciddi katkı sağlar. Tüm iş süreçlerinde yaratıcı çözümler ile müşteri odaklılık devrededir.
Tersten düşünecek olursak, enflasyonun gündem olmadığı ortamda karlılığı artırmanın yolu, uçtan uca tedarik zincirinde yapılacak olan inovasyonlar yoluyla satış hacmini artırmak ve verimlilik çalışmaları ile giderleri düşürmeye bağlı olur.
Orta ve uzun vadede zam yoluyla çözüm bulma alışkanlığı önü alınmazsa kurum üzerinde yarattığı etkinin kalıcı olmasından bundan dolayı endişe duyulur.
Endişe edilen de şirket kültürüne (en kısa tanımıyla, “biz bu şirkette işleri böyle hallederiz”) yaptığı etkidir.
Enflasyon ve devalüasyon ile mücadelenin makro ya da felsefi tarafı bu.


Peki mikro bazda ne tür uygulamalar devrededir.
Esas olarak markaya bağlılığı ve tüketici nezdinde rekabetçi olmayı hedefleyen enteresan bir uygulama makro volatilitenin yüksek olduğu dönemlerde sağladığı fayda ile ön plana çıkar.
Uluslararası şirket sattığı hammadde veya bitmiş ürün fiyatını yerli iş ortağı firmanın tüketiciye yansıyan nihai fiyatına endeksli olacak şekilde mutabık kalınan sabit oran (%) üzerinden ve ticari faaliyetin yürütüldüğü bulundukları ülkenin para birimine dayalı belirler.
Bu uygulamadan dolayı kur ile ilgili ciddi bir volatilite olduğunda panik ile hareket edilip hemen zam yapılmaz. İstişare yapılır.
Diğer bir deyişle firmadan alınan hammadde ya da bitmiş ürün devalüasyona rağmen yerli para biriminde fiyat artışı yapılmadan ithalatı devam eder.
Sağlıklı karar alınması ve stratejilerden vazgeçmemek için zaman kazanılmış olur. Gelen kur ve enflasyon şokunun etkisi ana firma ile paylaşılmış olur.
Yerli iş ortağı son çare zam yaptığında hammaddenin ya da bitmiş ürünün de fiyatı belirlenmiş olan sabit yüzde endekse bağlı olarak artar. Tüketiciye yansıyan fiyatta indirim olursa da düşer.
Uluslararası şirketlerin yerel iş ortakları ile oluşturduğu bu adaletli yöntem gerek Türkiye gerekse kendi içimizde kullanabileceğimiz bir araç olarak kullanılabilir. Stratejik ortaklığın nasıl bir şey olabileceğine ilham veren bir bakış açısıdır.
Diğer enteresan bir uygulama da performans ölçümlemesi ile ilgilidir. Firmaların bir kısmı devalüasyona bağlı enflasyonun yüksek oynaklık gösterdiği ülkelerde mali sonuçlarını yabancı para cinsine çevirirken iş planında aylık olarak bütçelenen döviz kurunu sabit tutarak ölçmeye devam eder.
Bu durum performans ölçümlemesinde bir süre sonra faaliyet gösterilen ülkenin gerçeklerinden iyice uzaklaşmayı da birlikte getirme riski taşır.
Buradaki amaç kısa dönemde aniden oluşan ve kontrol edilemeyen makro ekonomik bir unsuru uzun vadeli stratejileri bir kenara koyup yönetmeye çalışmanın getireceği kısa dönemli düşünme ve karar almanın önüne geçmektir. Yazının girişinde atıfta bulunduğum temel felsefe ile bu uygulama uyumludur.


Karlılık sorumluluğu verdiği birim yöneticileri için aylık kuru iş planındaki kur ile sabitlerken insan kaynağı performans değerlendirmesi prosedürlerinde yazılı olmayan bir kurala da zemin hazırlar.
Performans ölçümlemesinde, kar hedefini yıllık iş planındaki aylık kurun sabitlendiği haliyle tutanlar o yıl hak ettiği “yıllık bonusunu” alır. Bulundukları ülkenin o yılki beklenmedik enflasyon ve devalüasyon oynaklığının yarattığı gerçeklerine uygun olarak gerçek kur rakamlarına rağmen stratejiden sapmayarak hedeflerini tutanlar organizasyonda bir üst göreve yükselirler.
Enflasyon ve devalüasyon ile yaşamak biz Türklere özgü bir şey değildir. Tek haneli enflasyon ile biz mücadele etmeye tenezzül bile etmeyiz diyeceksiniz. Doğrudur ama başına geldiğinde yapabileceklerini düşünüp planlayan organizasyonda, enflasyon ve devalüasyon ile mücadele etme bir hayli stresli olmakla birlikte yine de kıskanılacak derecede öğretici, geliştirici ve keyiflidir!
Enflasyon ile mücadelede görüldüğü üzere farklı uygulamalar ve dertler vardır. Esas olan iklime göre öncesindeki hazırlık ve çeşitli boyutlardaki kararlı mücadeledir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Sosyal Medyada Paylaş

Popüler Yazılar

Bunları da sevebilirsiniz
Bunları da sevebilirsiniz

Vücudunuzu iyi tanıyor musunuz? Değerini biliyor musunuz onun?

Vücudumuzda pek çok organ vardır. Kalp, ciğer, böbrek v.s. Hepsi de önemli ve değerlidir. Özde bu organların hepsi et parçası olsa da hepsinin ayrı bir değeri vardır. Bu organların kimine irademiz ile yön verebilir, kimisine de veremeyiz.Tıpkı bir şirketin yönetim birimleri gibi. Her birim doğru çalıştığında şirkete yarar sağlayan bir organdır. Ama doğru çalıştığında! Dil de irademizle yön verebildiğimiz bir organdır. Nedir Dil? Bir et parçası. Dil’i kullanmak ise beyin ve akıl ister. Beyin de bir et parçasıdır aslında. Onu kullanma yeteneğine ise akıl denir. Dil ve dilin önemi ile ilgili pek çok atasözü ve deyim vardır Türkçe’de. "Dil mi güzel, dilber mi güzel?", “Dil’in kemiği yoktur.” v.s. Toplum olarak dilimizi doğru ve güzel kullanma konusunda çok kötüyüz. Doğru ve temiz Türkçe konuşma konusunda tam bir felaket olduğumuz bir gerçek. Özellikle 80’li yıllarda artan dezenformasyon günümüzde Nirvana’ya ulaştı. Bırakın temiz Türkçe konuşmayı, Türkçe konuşmayı beceremez olduk. Dilimizden, edebiyattan, zerafetten çok uzağız.Bir de işin öteki boyutu var. Güzel konuşmak. Düşünerek konuşmak. Lafını tartarak konuşmak.Bu konuda da felaketiz toplum olarak. Günlük yaşamın içinde sıkça görüyor bu. Sevgisizliğimiz konuşmamıza yansıyor. Şirketlerde de bu olay çokça var. Yöneticilerin çalışanlarla konuşurken kullandıkları dil çok önemli. Her çalışan faklı bir kültürdür çünkü. Yanlış kullanılan dil çalışanının psikolojisini ve verimliliğini olumsuz olarak etkileyebilir. Geçtiğimiz günlerde Cumhuriyetin 100. yılı şerefine piyanist ve besteci Fazıl Say tarafından bir marş yazıldı. 100. Yıl Marşı. Elbette ki bu eseri beğenen de beğenmeyen de oldu. Bu çok normal. Ama ortada bir gerçek vardı. Emek. Bu eserin yazımı için saatlerce, günlerce çalışıldı. Düşünüldü. Orkestra ve koro provaları yapıldı. Kayıt yapıldı. Her biri ayrı bir emekti. Ne yazık ki özellikle sosyal medyada bu eseri kötü bir dille eleştiren çok oldu. Düşünelim şimdi. Toplumumuzun en büyük eksikliklerinden biri nedir? Sevgisizlik. Bir insanı, dünya görüşünü, davranışlarını sevmeyebilirsiniz. Sevmek zorunda da değilsiniz. Ortaya koyduğu eseri de beğenmeyebilirsiniz. Bu çok normal. Peki emeğe saygısızlık nedir? Bu ülke en çok emeğe saygısızlıktan kaybetmiyor mu yıllardır? Çocuğunuz yıllarca üniversite okudu, yüksek lisans, master, doktora yaptı ama işsiz. Alanınızda uzmansınız, yurt dışı tecrübeniz var, çift yabancı diliniz var, ama iki kelimeyi yan yanagetiremeyen adam müdür. Tıp literatürüne geçmiş buluşlarınız, ameliyatlarınız var ama kendi ülkenizde ikinci sınıf vatandaş durumundasınız. Bunlar emeğe saygısızlık değil mi? Sevin birbirinizi. Saygı gösterin emeğe. Size yapılmasını istemediğiniz şeyi başkasına yapmayın. Güzel şeyler söylesin diliniz. Sevgisizlik en kötü şeydir.

Bir kahve molasında satılan dostluklar

ChatGPT: İş hayatında insanı en çok yıpratan şey, uzun mesailer ya da düşük maaşlar değil; aynı hedef için omuz omuza çalıştığı bir arkadaşının bir gün sırtını dönmesidir. Çünkü ihanet, sadece bir güveni değil, insanın iç dengesini de yıkar. Kısa vadede kazandırıyor gibi görünse de, uzun vadede itibar kaybı kaçınılmazdır; zira iş dünyası küçük bir ekosistemdir ve “güvenilmez” damgası bir kez vuruldu mu silinmez. Üstelik ihanet sadece kurbanı değil, kurumu da zehirler: Güvenin olmadığı yerde cesaret, yaratıcılık ve bağlılık barınamaz. Adil ve şeffaf olmayan ortamlarda ihanet kök salar, sadakat ise susar. Oysa gerçek başarı, başkasının sırtına basarak değil, birlikte yükselerek kazanılır. Çünkü hiçbir unvan, dostluğu satmanın bıraktığı gölgeyi silemez; ihanet eden sonunda yalnız kalır, kazandığını sandığı her şeyin aslında kayıp olduğunu çok geç anlar. İş dünyasında en değerli sermaye ne para ne güçtür — güven ve itibardır, ve onu kaybeden gerçekte her şeyini kaybeder.

Kendimizi geçmek, Trafikteki araçları geçmek gibi değil

Hayatta başarıyı çoğu zaman yanlış tanımlıyoruz; sanki mesele, başkalarını sollayıp varış çizgisine önce ulaşmakmış gibi. Oysa hayat bir yarış pisti değil, sabırla geçilmesi gereken uzun bir trafik akışı ve bu trafikteki tek rakibimiz, dünkü halimiz. Toplum bize hep “daha hızlı, daha çok, daha önde ol” diyor ama asıl soru şu olmalı: “Ben bugün, dünün ben’inden daha mı iyiyim?” Kendini geçmek; büyük zaferler kazanmak değil, küçük alışkanlıkları dönüştürmektir — dün ertelediğini bugün yapabilmek, öfkelendiğin yerde susabilmek ya da kendine bir bardak su fazla içirebilmektir. Başkalarıyla kıyaslandığında sonuç hep huzursuzluk olur, çünkü bu yarışın sonu yoktur. Gerçek başarı, kendi gölgeni geçebildiğin o küçük ama anlamlı anlarda gizlidir. Çünkü insan, başkalarını değil, kendi sınırlarını aştığında özgürleşir.

Transpersonel liderlikte güven: Ruhsal bilinç ile kurulan ekipler

Transpersonel liderlik, liderliği yalnızca hedefler ve performansla sınırlamayıp, ekibin bilinç, ruhsal denge ve kolektif uyumunu da gözeten bir anlayıştır. Bu liderlik türü, çalışanları birer “kaynak” değil, potansiyelleri ve sezgileriyle bir bütün olarak görür. Uruguay eski başkanı Jose Mujica, mütevazı yaşam tarzı, şeffaflığı ve toplumsal faydayı merkeze alan yaklaşımıyla bu liderlik anlayışının canlı bir örneğidir. Transpersonel lider için güven, bir strateji değil, ruhsal bir sorumluluktur; çünkü güven, hem ekip enerjisinin hem de kolektif bilincin temelini oluşturur. Şirketlerde güvenli bir ortam yaratmak, çalışanların içsel motivasyonlarını, yaratıcılıklarını ve bağlılıklarını artırır. Ancak güven zedelendiğinde, liderin görevi hatalarını fark etmek, şeffaflıkla iletişim kurmak ve tutarlılıkla güveni yeniden inşa etmektir. Dürüstlük, empati, adalet ve bilinçli iletişim, transpersonel liderin en güçlü araçlarıdır. Gerçek liderlik, sadece sözlerle değil, varlığıyla güven veren bir enerji alanı yaratabilmektir.