Yağmasan da Gürle

Tarih

‘’Yağmasan da gürleyeceksin’ derdi rahmetli babası.Hiç unutmadığı ve babasının kendine özgü sözlerinden biriydi.
Tüm iş hayatı boyunca ve hatta 21.Yüzyılın bireyleşme batağındaki sözde modern hayatının getirdiği, yozlaşmaya yüz tutan sosyal ilişkiler ağı içerisinde bile elinden geldiğince bu baba öğüdünü tutmaya çabalamıştı adam.
Hayatta en sevmediği insan profili ‘’ kokmaz bulaşmaz ‘’ diye tabir edilen insanlardı. Atasözleri kültürümüzün derinliğine çok saygı duyardı adam, bir başka atamızın bakış açısıyla; ‘’Yaralı parmağa işemeyenleri ‘’ kastediyordu bu insan profilini tanımlarken.
Sahip olduğu imkanları, yani imkân derken sadece para, pul değildi söylemek istediği. Çevre, yani eski adıyla ‘’ Muhit ‘’ popüler adıyla ‘’Network ‘’, İletişim, Zaman , İlgi ya da her neyse gerekli ve sahip olduğu, çevresiyle, dostlarıyla, ihtiyacı olanlarla paylaşılmadığında ne işe yarardı ki tüm bunlar?
Son zamanlarda sosyolojik olarak kuşakları tanımlayan birkaç yazı okumuştu adam. Kendi doğduğu dönem (1965 / 1979 arası) X kuşağı olarak tanımlanıyordu. Teknolojiye uyum sağlamakta ciddi sorunlar yaşayan, değişimi kabul etmekte zorlanan, kurallara uyumlu, belirli bir disiplin çerçevesi içerisinde yetişmiş, sabırlı ve otoriteye saygılı kuşak olarak tanımlanıyordu literatürde. Bu tanımlamaların çoğuna katılıyordu adam, ama ilaveten kendisinden sonra gelen Y Kuşağı ( 1980 / 1999 ) ve hele hele 2000 sonrası doğumluların oluşturduğu Z kuşağına kıyasla, kendi kuşağının en öne çıkan özelliklerinin yardımlaşma , başkalarının sorunlarını dert edinme , çözüme katkıda bulunma çabası , toplum sorunlarına duyarlı olma ve sorumluluk duygusu olduğunu gözlemliyordu kendi yakın çevresinde.
Durup dururken ‘’ aman biz de ne müstesna bir kuşağız ‘’diyebilmek için düşünmemişti bunları orta yaşlı adam. İş yaşamına, ailesine ve yakın çevresine baktığında bu kuşak çatışmasına, özellikle bireycilik ve toplumculuk anlamındaki temel davranış farklılıklarına neredeyse her gün bir sürü örnek olayda şahit oluyordu.
Mesele tabii ki o kuşak iyi, diğeri kötü tartışması değildi. Her dönemin yetişme koşulları, dünyadaki değişimler, toplumun en küçük birimi olan ailenin yapısı, okul, öğretmen ve en nihayet genetik özellikler insanların yetişkin hayatlarındaki davranış özelliklerinin alt yapısını hazırlıyordu şüphesiz. Dizilerde filmlerde izlediğimiz psikolog seanslarında boşuna‘’ önce çocukluğunuza inelim‘’ demiyordu uzmanlar.
Aklından bunları geçirirken kendi çocukluğunu düşündü adam ve her zamanki gibi yüzünde bir tebessüm oluştu. Çok şükür ne kadar güzel, dolu dolu , iletişim ve paylaşım dolu çocukluk yıllarım oldu diye geçirdi aklından. Türkiye‘de toplumsal sınıf farklılıklarının minimum seviyede yaşandığı, esasen ve madden genel bir yokluk içinde ama manen ve duygusal olarak büyük varlıklara sahip olunan yıllara denk gelmişti çocukluk hatta ilk gençlik yılları.
Belki de bu yüzden, sokakta oynamayı, salçalı ekmeğini, kırık bisikletini , cebindeki harçlığını paylaşmayı deneyimleyen kendi kuşağının, takip eden nesle göre yardımlaşmayı, birbirine destek olmayı , taşın altına elini koymayı daha kolay öğrendiğini ve hayatının geneline yansıttığını düşünüyordu aslında.
Yardımlaşma Türk ve Anadolu kültüründe ‘’ imece‘’ adıyla zaten yüz yıllardır var olan bir kavram değil miydi? Geçmiş yıllarda birisine destek olmak yardım etmek daha kolaydı aslında, oysa günümüzün acımasız modern hayatında beklentiler büyüdükçe çevrenizin bu beklentilerine uygun bir destek sağlamakta giderek zorlaşıyor diye düşünmeden edemedi adam.
Ama ne olursa olsun, bazen arkasından hiçbir şey somut adım gerçekleşemeyeceğini bilseniz bile bir dosttan gelen ‘’hallederiz abi” ya da ‘’ o iş bende ‘’ cümlesinin yarattığı sıcaklık ve güven hissinin değerine de paha biçilmezdi doğrusu.
Ne diyordu Mevlana Hazretleri;
‘’Bir mum diğerini tutuşturmakla ışığından bir şey kaybetmez ‘’
Çevresine ışık saçan bir hayat sürmeli herkes kendi çapında diye düşündü adam. Işığın kaç mumluk olduğu sahip olunan imkanlara göre değişirdi elbet.
Ama insan en azından ‘’yağmasa da gürlemeliydi ‘’

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Sosyal Medyada Paylaş

Popüler Yazılar

Bunları da sevebilirsiniz
Bunları da sevebilirsiniz

Bir kahve molasında satılan dostluklar

ChatGPT: İş hayatında insanı en çok yıpratan şey, uzun mesailer ya da düşük maaşlar değil; aynı hedef için omuz omuza çalıştığı bir arkadaşının bir gün sırtını dönmesidir. Çünkü ihanet, sadece bir güveni değil, insanın iç dengesini de yıkar. Kısa vadede kazandırıyor gibi görünse de, uzun vadede itibar kaybı kaçınılmazdır; zira iş dünyası küçük bir ekosistemdir ve “güvenilmez” damgası bir kez vuruldu mu silinmez. Üstelik ihanet sadece kurbanı değil, kurumu da zehirler: Güvenin olmadığı yerde cesaret, yaratıcılık ve bağlılık barınamaz. Adil ve şeffaf olmayan ortamlarda ihanet kök salar, sadakat ise susar. Oysa gerçek başarı, başkasının sırtına basarak değil, birlikte yükselerek kazanılır. Çünkü hiçbir unvan, dostluğu satmanın bıraktığı gölgeyi silemez; ihanet eden sonunda yalnız kalır, kazandığını sandığı her şeyin aslında kayıp olduğunu çok geç anlar. İş dünyasında en değerli sermaye ne para ne güçtür — güven ve itibardır, ve onu kaybeden gerçekte her şeyini kaybeder.

Kendimizi geçmek, Trafikteki araçları geçmek gibi değil

Hayatta başarıyı çoğu zaman yanlış tanımlıyoruz; sanki mesele, başkalarını sollayıp varış çizgisine önce ulaşmakmış gibi. Oysa hayat bir yarış pisti değil, sabırla geçilmesi gereken uzun bir trafik akışı ve bu trafikteki tek rakibimiz, dünkü halimiz. Toplum bize hep “daha hızlı, daha çok, daha önde ol” diyor ama asıl soru şu olmalı: “Ben bugün, dünün ben’inden daha mı iyiyim?” Kendini geçmek; büyük zaferler kazanmak değil, küçük alışkanlıkları dönüştürmektir — dün ertelediğini bugün yapabilmek, öfkelendiğin yerde susabilmek ya da kendine bir bardak su fazla içirebilmektir. Başkalarıyla kıyaslandığında sonuç hep huzursuzluk olur, çünkü bu yarışın sonu yoktur. Gerçek başarı, kendi gölgeni geçebildiğin o küçük ama anlamlı anlarda gizlidir. Çünkü insan, başkalarını değil, kendi sınırlarını aştığında özgürleşir.

Transpersonel liderlikte güven: Ruhsal bilinç ile kurulan ekipler

Transpersonel liderlik, liderliği yalnızca hedefler ve performansla sınırlamayıp, ekibin bilinç, ruhsal denge ve kolektif uyumunu da gözeten bir anlayıştır. Bu liderlik türü, çalışanları birer “kaynak” değil, potansiyelleri ve sezgileriyle bir bütün olarak görür. Uruguay eski başkanı Jose Mujica, mütevazı yaşam tarzı, şeffaflığı ve toplumsal faydayı merkeze alan yaklaşımıyla bu liderlik anlayışının canlı bir örneğidir. Transpersonel lider için güven, bir strateji değil, ruhsal bir sorumluluktur; çünkü güven, hem ekip enerjisinin hem de kolektif bilincin temelini oluşturur. Şirketlerde güvenli bir ortam yaratmak, çalışanların içsel motivasyonlarını, yaratıcılıklarını ve bağlılıklarını artırır. Ancak güven zedelendiğinde, liderin görevi hatalarını fark etmek, şeffaflıkla iletişim kurmak ve tutarlılıkla güveni yeniden inşa etmektir. Dürüstlük, empati, adalet ve bilinçli iletişim, transpersonel liderin en güçlü araçlarıdır. Gerçek liderlik, sadece sözlerle değil, varlığıyla güven veren bir enerji alanı yaratabilmektir.

Müşteri sadakati mi, maliyet mi? İade süreçlerinin marka imajına etkisi

Alışveriş artık yalnızca ürün almak değil, markayla kurulan ilişkinin bir parçası. Bu ilişkinin en kritik aşaması ise iade süreci. Çünkü iade, bir markanın müşterisine gerçekten ne kadar değer verdiğini gösteren sınavdır. Müşteri açısından kolay ve destekleyici bir iade süreci, güven ve sadakat duygusunu pekiştirirken; markalar için bu süreç, kısa vadede maliyet yaratsa da uzun vadede güçlü bir imaj ve sadık müşteri kitlesi kazandırır. Zorlaştırılan iade politikaları ise kaliteyi gölgede bırakır, olumsuz deneyimler hızla yayılır. Dolayısıyla asıl mesele “maliyet mi, sadakat mi?” değil; “bugünü mü kurtaracağız, geleceğe mi yatırım yapacağız?” sorusudur. Çünkü markalar bilir ki güven, iade sürecinde kazanılır ve bir kez kaybedildiğinde hiçbir reklam bütçesiyle geri alınamaz.