Hayatı Anlamak…

Tarih

Koşar adımlarla kendini kalabalık banka şubesinden içeri attı orta yaşlı adam. Ağır bir hava vardı içeride. Gerçekten buradaki herkesin bankada bir işi mi var yoksa yağmurdan kaçıp vakit geçirmek için mi girenler doluşmuş içeri diye düşündü bir an. Mesela kucağında taş çatlasın üç aylık bebeği ile oturan genç kadın, bir taraftan çocuğun pusetini, bir taraftan şemsiyesini, diğer taraftan da ağır bebek çantasını bu rüzgâr ve yağmurda daha fazla taşımamak için girmişti belli ki banka şubesine, en azından kısa bir süre soluk almak için. Bu kadarcık bebeği bu kalabalık ve ağır havanın içine sokmak da pek doğru değildi aslında ama ne yapsın kadıncağız, yağmur birden bastırınca sığınacak bir yer aramıştı herhalde.
Banka şubesindeki numaratörden bir sıra numarası aldı adam ve bekleme koltuklarından birine süzüldü usulca. Sırasının gelmesine nereden baksan 15-20 kişi vardı, bir hayli bekleyecek gibi görünüyordu. Önce telefonunu çıkardı cebinden, bir süre göz gezdirdi mesajlarına ve sosyal medya hesaplarına. İlgi çekici yeni bir şey yoktu. Sosyal medya hemen hemen herkesin kalıplaşmış klişe paylaşımlar yaptığı alanlar haline dönüşüyordu giderek. En garip bulduğu da bir resmin ya da paylaşılan bir şarkının veya videonun altındaki yorumların bir süre sonra ikili, üçlü sohbet hatta polemiğe dönüşmesi durumuydu. Çok dikkat ediyordu bu gibi bir hataya düşmemek için. İki kişi arasında konuşulurken hiçbir tansiyon yaratmayacak olan bir konu, yüzlerce hatta binlerce insanın okumasına açık bir alanda birden sosyal bir soruna hatta travmaya dönüşüveriyordu. Özel mevzularda yazılı iletişimi oldum olası sıkıntılı bulurdu adam. Yanlış anlaşılmaya çok müsait olduğunu düşünürdü yazışma işinin. Bir insanla tokalaşmak, gözlerinin içine bakmak, gülümsemek gibi kuvvetli bir iletişim aracı yoktu aslında, vücut dili de anlaşmanın çok güzel bir yolu olurdu birçok zaman. Sosyal medyada ya da bir e-posta veya mesaj grubunda birbirlerinin yazdığı bir mesaja içten içe bozulan iki arkadaşın en iyi ilacı sıcak bir kucaklaşmaydı şüphesiz. Yakın bir çalışma arkadaşının sık sık söylediği gibi bir diyalogda yanlış anlaşabilmenin dokuz ihtimali vardı:
Düşündüğünüz
Söylemek istediğiniz
Söylediğinizi sandığınız
Söylediğiniz
Karşınızdakinin duymak istediği
Duyduğu
Anlamak istediği
Anladığını sandığı
Anladığı
…Arasındaki farklar değil miydi dünyayı zaman zaman bu kadar stresli ve çekilmez yapan? Endüstriyel hayatın modern köleleri, günümüz profesyonel çalışanlarından hangisine sorsanız ‘’Aman sorma, işim çok stresli’’ diyordu. Oysa aslında stresi yaratan işin kendisi değil, bu işi yaparken insanlarla kurulan iletişim ve hatta kurulamayan karşılıklı anlayış ve hoşgörü köprüsüydü. Özellikle kendisine göre daha genç kuşak çalışma arkadaşlarıyla yaptığı günlük iş konulu görüşmeleri hatırladı adam. Türk insanının genlerinden gelen klasik ego ve her durumda kendisini haklı görme eğiliminin yanı sıra en çok kızdığı ifade “Beni yanlış anladınız” ifadesiydi. Çok yıllar önce iş hayatına yeni başladığı zamanlarda, kendisinden yaşça ve tecrübe olarak büyük bir iş arkadaşına bir tartışma sırasında bu cümleyi kurma gafletinde bulunan adam, bir başkasına “Beni yanlış anladınız” demenin büyük nezaketsizlik olduğunu, doğru olanın “Ben anlatamadım sanırım” demek olduğunu o gün öğrenmiş ve sonraki yıllarda aldığı bu dersin gereğine uygun davranmaya çalışmıştı her zaman.
Banka şubesinde sıra çok yavaş ilerliyordu, ortam giderek daha da kalabalıklaşıyor ve içerisinin havası buna paralel olarak gittikçe ağırlaşıyordu. Gişe memurlarının neredeyse tamamı yüzlerinde yorgunluk, bıkkınlık ifadesiyle, kafalarında hatalı bir işlem yapma ihtimalinin stresi ile ve şubede bekleyen kalabalığın yarattığı baskı ile çalışıyorlardı. Günümüz teknolojisi bir yandan hayatı kolaylaştırıyor gibi görünüyor ama bir yandan da getirdiği sürat ve telaş insanoğlunun modern çağın bu acımasız girdabı içerisinde boğulmasına yol açıyordu. Doktorlar, modern tıbbın geldiği seviyeye, genetik biliminin insan nesline ve vücuduna ait ürettiği tüm ileri tanı teoremlerine rağmen birçok hastalığın en azından kaynak noktası olarak stresi gösteriyorlardı. İnsanoğlu, elindeki bilgiye ve tatmine ulaşma imkanlarının geldiği zirvedeki noktaya rağmen yetinmiyor, şımarık bir çocuk gibi hep daha fazlasını istiyor, elde edemedikçe ya da elde ettikleriyle yetinemedikçe bunu yaşamına bir stres kaynağı olarak sokuyordu. Odun sobasıyla su ısıtılan banyolarda plastik maşrapa ile su dökerek yıkanan bir neslin günümüzde orta yaşı aşmış mensupları, bugün gittikleri lüks otel ve tatil köylerindeki SPA’ları beğenmedikçe daha pahalısına ve lüksüne yetişme telaşıyla sınırlarını zorluyor ve aslında yapılan bu her hamlenin bünyeye bir stres, doyumsuzluk hatta mutsuzluk kaynağı olduğunu görmezden geliyordu. Bütün bunların arkasından kaçınılmaz son; psikiyatrist randevuları, antidepresan ilaçları, bir aşama sonra aile kavgaları, sinir krizleri. Çağdaş plaza insanını kurt gibi kemiriyor, varlıklı ama doyumsuz, çok şeye ulaşabilme kabiliyetine sahip ama mutsuz, yüzü görünüşte gülen ama içi solmuş çiçek gibi ağlayan milenyum robotlarına dönüştürüyordu.
Adam bütün bunları düşünürken 4 numaralı gişede elindeki fişte yazan numara yandı. Koşar adımlarla o noktaya yöneldi. Günün son saatlerine gelmiş ve konuşmaya takati kalmamış gişe memuru genç kadına “Kolay gelsin, nasılsınız?” dedi. Normalde gişedeki müşterinin yüzüne bakmadan sadece işlemini yapmaya odaklanmış görevli kadın, alışık olmadığı bu sıcak cümleyi duyunca sanki kendisine dünyaları bahşetmiş gibi baktı adama. Bir an için yeşil gözlerinden insanı ışıltı pırıltısı gelip geçti. Ne diyeceğini bilememişti genç kadın. Kem küm etti kısık sesle, ama belli ki bir an için de olsa mutlu olmuştu. Bankadaki işlemi biten adam şube kapısından kafasını uzatıp yağmurun hafiflemiş olduğunu görerek rahatladı, hızlı adımlarla park yerindeki arabasına doğru ilerlerken, unutulmaz BEATLES solisti JOHN LENNON’a atfedilen çok sevdiği ama anlamının hakkını bir türlü veremediği bir anekdotu anımsadı ve yüzüne çocuksu bir gülümseme oturdu usulca. Şöyle diyordu efsane: “Ben çocukken annem bana hep hayatın anahtarının mutluluk olduğunu anlatırdı. Okula gitmeye başladığım zaman, sınavda bana ‘Büyüyünce ne olmak istiyorsun?’ diye sordular. Ben de onlara ‘Mutlu olmak istiyorum’ diye cevap verdim. Onlar bana, soruyu anlamadığımı söylediler. Ben de onlara, hayatı anlamadıklarını söyledim…”

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Sosyal Medyada Paylaş

Popüler Yazılar

Bunları da sevebilirsiniz
Bunları da sevebilirsiniz

Bir kahve molasında satılan dostluklar

ChatGPT: İş hayatında insanı en çok yıpratan şey, uzun mesailer ya da düşük maaşlar değil; aynı hedef için omuz omuza çalıştığı bir arkadaşının bir gün sırtını dönmesidir. Çünkü ihanet, sadece bir güveni değil, insanın iç dengesini de yıkar. Kısa vadede kazandırıyor gibi görünse de, uzun vadede itibar kaybı kaçınılmazdır; zira iş dünyası küçük bir ekosistemdir ve “güvenilmez” damgası bir kez vuruldu mu silinmez. Üstelik ihanet sadece kurbanı değil, kurumu da zehirler: Güvenin olmadığı yerde cesaret, yaratıcılık ve bağlılık barınamaz. Adil ve şeffaf olmayan ortamlarda ihanet kök salar, sadakat ise susar. Oysa gerçek başarı, başkasının sırtına basarak değil, birlikte yükselerek kazanılır. Çünkü hiçbir unvan, dostluğu satmanın bıraktığı gölgeyi silemez; ihanet eden sonunda yalnız kalır, kazandığını sandığı her şeyin aslında kayıp olduğunu çok geç anlar. İş dünyasında en değerli sermaye ne para ne güçtür — güven ve itibardır, ve onu kaybeden gerçekte her şeyini kaybeder.

Kendimizi geçmek, Trafikteki araçları geçmek gibi değil

Hayatta başarıyı çoğu zaman yanlış tanımlıyoruz; sanki mesele, başkalarını sollayıp varış çizgisine önce ulaşmakmış gibi. Oysa hayat bir yarış pisti değil, sabırla geçilmesi gereken uzun bir trafik akışı ve bu trafikteki tek rakibimiz, dünkü halimiz. Toplum bize hep “daha hızlı, daha çok, daha önde ol” diyor ama asıl soru şu olmalı: “Ben bugün, dünün ben’inden daha mı iyiyim?” Kendini geçmek; büyük zaferler kazanmak değil, küçük alışkanlıkları dönüştürmektir — dün ertelediğini bugün yapabilmek, öfkelendiğin yerde susabilmek ya da kendine bir bardak su fazla içirebilmektir. Başkalarıyla kıyaslandığında sonuç hep huzursuzluk olur, çünkü bu yarışın sonu yoktur. Gerçek başarı, kendi gölgeni geçebildiğin o küçük ama anlamlı anlarda gizlidir. Çünkü insan, başkalarını değil, kendi sınırlarını aştığında özgürleşir.

Transpersonel liderlikte güven: Ruhsal bilinç ile kurulan ekipler

Transpersonel liderlik, liderliği yalnızca hedefler ve performansla sınırlamayıp, ekibin bilinç, ruhsal denge ve kolektif uyumunu da gözeten bir anlayıştır. Bu liderlik türü, çalışanları birer “kaynak” değil, potansiyelleri ve sezgileriyle bir bütün olarak görür. Uruguay eski başkanı Jose Mujica, mütevazı yaşam tarzı, şeffaflığı ve toplumsal faydayı merkeze alan yaklaşımıyla bu liderlik anlayışının canlı bir örneğidir. Transpersonel lider için güven, bir strateji değil, ruhsal bir sorumluluktur; çünkü güven, hem ekip enerjisinin hem de kolektif bilincin temelini oluşturur. Şirketlerde güvenli bir ortam yaratmak, çalışanların içsel motivasyonlarını, yaratıcılıklarını ve bağlılıklarını artırır. Ancak güven zedelendiğinde, liderin görevi hatalarını fark etmek, şeffaflıkla iletişim kurmak ve tutarlılıkla güveni yeniden inşa etmektir. Dürüstlük, empati, adalet ve bilinçli iletişim, transpersonel liderin en güçlü araçlarıdır. Gerçek liderlik, sadece sözlerle değil, varlığıyla güven veren bir enerji alanı yaratabilmektir.

Müşteri sadakati mi, maliyet mi? İade süreçlerinin marka imajına etkisi

Alışveriş artık yalnızca ürün almak değil, markayla kurulan ilişkinin bir parçası. Bu ilişkinin en kritik aşaması ise iade süreci. Çünkü iade, bir markanın müşterisine gerçekten ne kadar değer verdiğini gösteren sınavdır. Müşteri açısından kolay ve destekleyici bir iade süreci, güven ve sadakat duygusunu pekiştirirken; markalar için bu süreç, kısa vadede maliyet yaratsa da uzun vadede güçlü bir imaj ve sadık müşteri kitlesi kazandırır. Zorlaştırılan iade politikaları ise kaliteyi gölgede bırakır, olumsuz deneyimler hızla yayılır. Dolayısıyla asıl mesele “maliyet mi, sadakat mi?” değil; “bugünü mü kurtaracağız, geleceğe mi yatırım yapacağız?” sorusudur. Çünkü markalar bilir ki güven, iade sürecinde kazanılır ve bir kez kaybedildiğinde hiçbir reklam bütçesiyle geri alınamaz.