Orta yaşlı adam, ofisteki koltuğunda geriye doğru yaslandığında boynunun ve omuzlarının sızısını bir kez daha kemiklerine kadar hissetti. Saat 20.00 civarıydı ve ofiste kendisinden başka hiç kimse kalmamıştı. Aslında seviyordu ofisin, günün gürültü ve keşmekeşinden sonra yaşadığı bu sessiz ve dingin halini. “Keşke benim mesaim herkes gittikten sonra başlasa, günün yorgunluğu olmasa üzerimde; dünyanın işini hallederim bu sessizlikte,” diye geçirdi içinden.
Gündüz girdiği sayısız toplantı nedeniyle hiç okuyamadığı maillerini son iki saattir büyük bir gayretle okumuş ve sonuna gelmek üzereydi. “Gerçi ne kadar sıfırlasam da sabaha yine birikir,” diye düşündü umutsuzlukla. Bazen bu mail ya da Türkçesiyle e-posta denen mereti icat edenlerin kulaklarını çınlatıyordu kızgınlıkla. Oysa iş hayatına ilk başladığı yıllarda henüz mailler ve internet yokken hayat daha bir kolaydı sanki. Kolunun altında kara kaplı bir ajanda, işin olan adamın karşısına oturur, gözlerinin içine bakar, vücut dilinin de katkısıyla meseleyi konuşur, büyük ihtimalle sonuca bağlar, sıradaki işe bakardık o zamanlar diye düşündü.
Oysa şimdi öyle miydi? Hayatımıza sırayla giren e-postalar, dizüstü bilgisayarlar, tabletler ve akıllı telefonlar sayesinde gece uykusu kaçan maili döşenip sonuna da “bilgilerinize sunarım, saygılarımla” yı yapıştırıp sallıyordu sanal alemdeki yarım kalmış işler çukuruna. Kimse düşünmüyordu; “Bu maili yazdığım adam acaba şu anda ne yapıyor? Müsait mi? Uyuyor mu? Tatilde mi? Bu benim sunduğum bilgiyi alacak durumda mı?” diye.
Ya da eşiyle kavga edip salona şutlanan ve öfkeden 2-3 birayı deviren bir iş arkadaşı, gecenin bir yarısında yine sonu “Saygılarımla” diye biten ama içeriği zerre kadar saygıdan nasibini almayan atarlı, giderli bir e-postayı sallıyordu ego denizinin öfkeli dalgaları arasından.
Bütün bunları düşünürken okunmamış son mailini de okuyup çöp kutusuna yolladı adam usulca. Şimdi sırada yarın için organize edeceği toplantıların elektronik davetiyelerini göndermek vardı. Tam bu işe koyulmuşken az evvel düşündüklerini hatırlayarak ayıpladı kendisini. Kızdığı, hatta nefret ettiği bir şeyi kendisi yapmak üzereydi neredeyse. “Gündüzler çuvala mı girdi sanki, yarın sabah ilk iş olarak hallederim. Gece vakti kimseyi huzursuz edip, bunaltmayayım,” diye düşünerek vazgeçti bu işten.
Ama WhatsApp mesajlarına bakıp cevap vermesi şarttı. Çünkü havalı plazalarda çalışan, ahir zaman çalışanları telefon ve maillerin yanı sıra bu yeni moda mesajlaşma sistemiyle de iş görüyorlardı. Mazallah, gelen önemli bir mesajı atlasa işler arapsaçına dönebilirdi. Ya da bir yemek veya toplantı etkinliği için kurulmuş WhatsApp grubundaki yazışmaları kaçırırsa nasıl haberi olacaktı bu etkinlikten?
Eski iş arkadaşları ile gidilecek akşam yemeğinden, oğlanın okulundaki diğer velilerle ortak alınacak öğretmenler günü hediyesine kadar neredeyse her konuda bir WhatsApp grubu vardı hayatımızda. Derin bir offf çekti adam ve okkalı bir küfür savurdu yaşadığı bu elektronik hayata. Sosyal medya sayesinde 30 yıldır görmediği ilkokul arkadaşlarının hayatlarının tüm detaylarına hakimdi belki ama insan sesine ve sımsıcak bir kucaklaşmaya hasret kalmıştı doğrusu. O nedenle yakın arkadaşlarının doğum günlerinde ya da hayatlarının önemli anlarında dijital platformlar üzerinden veya mesaj uygulamalarından gönderilen mekanik mesajlar yerine arayıp seslerini duymayı tercih ediyordu elinden geldiğince.
Bütün bunları düşünürken önündeki soğumuş pizza diliminden bir ısırık aldı. “Hayatımızdaki neredeyse her şey gibi bu da ne kadar fabrikasyon,” diye hayıflandı sessizce. Çocukluğunun geçtiği küçük Anadolu şehrinde pizza yoktu o yıllarda, fakat mis gibi odun fırınında kıymalı pide ve lahmacun yapılırdı. Pizzayı ilk kez orta ikinin yazında ailesiyle gittiği Kuşadası’nda yemişti ve uzun süre anlayamamıştı neden Bursa’nın meşhur karışık cantığına benzeyen bu şeye oralarda pizza dendiğine.
Saat 20.30’a dayandığında artık gitme vakti diye düşündü adam ve ağır hareketlerle çantasını hazırladı. Eşine, kayıt cihazını programlayıp sevdiği diziyi kaydetmesi için bir mesaj attı. Asansöre doğru yönelirken, “Haksızlık mı ediyorum acaba? Hem bu kadar teknolojiden şikayetçi hem de bu kadar teknolojinin göbeğinde yaşamak ne yaman çelişkidir,” diye geçirdi içinden. İstanbul koşullarında en az bir saat sürmesi muhtemel, ama aslında topu topu 7 kilometrelik ofis ile ev arasındaki yolculukta düşünecekti bu konuyu. Ne yapmak lazımdı acaba hem çağın bize dayattığı yaşam modelinin gereklerini yerine getirmek hem de bu sarmalın içinden kurtulmak için?
Aslında cevabı biliyordu adam, daha önce de düşünmüştü bunları. Yoktu tam anlamıyla bir kurtuluş ama daha çok insan sesi, daha çok dokunuş, belki biraz daha sevgi, saygı ve paylaşım azaltabilirdi modern hayatın açtığı yaraların acısını. Hobi edinmeliydi muhakkak. Fotoğraf çeken, dans kursuna giden, akvaryumculukla kafayı bozmuş arkadaşları vardı etrafında. İçten içe alay ederdi onlarla ama belki de en doğrusuydu onların yaptığı. Popüler tabirle, “Köprüden önce bir son çıkışa ihtiyaç var hayatta,” diye düşündü. En iyisi kısa vadeli çözüm olarak arabanın Bluetooth’lu telefonundan ne zamandır hatırını sormadığı birkaç eski dostu arayıp seslerini duymalı ve bir akşam daha ertelemeliydi bu amansız modern yaşam paradoksunun derin acısını.
Modern Yaşam Dedikleri…
Tarih