Modern ofislerin sessizliği artık alışılmış bir ses. Bilgisayar fanlarının, klavye vuruşlarının, kahve makinesinin uğultusuna karışan bir sessizlik bu. Adına “çalışan bağlılığı düşüşü” deniyor; aslında anlamı daha basit: insanlar artık geleceklerini iş yerlerinde görmüyor.
Kariyer ilerleme fırsatlarının eksikliği, yalnızca terfi edememekle ilgili değil. Bu, kimliğin, emeğin ve umut duygusunun yavaşça aşınması anlamına geliyor. İş dünyası uzun süredir bağlılık sorununu anketlerle, eğitimlerle ve motivasyon afişleriyle çözmeye çalışıyor. Fakat sorun, afişlerin değil, duvarların arkasında: insanlar artık “ilerleme” kavramının içinin boşaldığını fark ediyor.
Bir zamanlar kariyer, doğrusal bir hikâyeydi. Başlangıç pozisyonu, birkaç yıl sabır, sonra yükselme. Bu basit çizgi, hem hedef hem yön duygusu sağlıyordu. Şimdi bu çizgi bir labirente dönüşmüş durumda. Terfiler erteleniyor, yeni pozisyonlar açılmıyor, unvanlar değişse bile sorumluluklar aynı kalıyor. Çalışanlar bu yeni düzeni fark ediyor ve “çalışmak” ile “ilerlemek” arasındaki farkın açıldığını hissediyor.
Bu fark büyüdükçe, bağlılık da azalıyor. İnsan, emeğinin bir anlamı olduğuna inanmak ister. Eğer hiçbir yere gitmiyorsa, yaptığı şey giderek anlamsızlaşır. Bu durum yalnızca bireysel bir bıkkınlık değil; örgütsel kültürün altını oyan bir süreç. Çünkü bağlılık duygusu, adalet ve ilerleme algısıyla doğrudan bağlantılı.
İnsan kaynakları alanında yapılan son araştırmalar, bu bağın zayıfladığını doğruluyor. Çalışanların yarısından fazlası, mevcut görevlerinde ilerleme fırsatı olmadığını düşünüyor. Bu kişiler, iş yerlerine değil, maaş günlerine bağlı hale geliyor. Ücret artık bir motivasyon değil, sadece tahammülün bedeli.
Bu tabloya “sessiz istifa” deniyor. Fakat bu terim, olgunun derinliğini yakalayamıyor. Çünkü “sessizlik” burada bir eylem değil, bir sonuç. Çalışanlar artık protesto etmiyor, rapor sunmuyor, öneri getirmiyor. Yalnızca içlerinden çekiliyorlar. Kurumlar da bu sessizliği “istikrar” sanıyor.
Kariyer ilerleme eksikliği, yetenek yönetimini de çökertiyor. Parlak çalışanlar, gelişemedikleri kurumları hızla terk ediyor. Gidenlerin yerini doldurmaksa gittikçe zorlaşıyor. Şirketler bunu “yetenek kıtlığı” olarak tanımlıyor; oysa kıtlık değil, göç yaşanıyor. İnsanlar potansiyellerini tanımayan yerlerden sessizce uzaklaşıyor.
İlginç olan, bu durumun yalnızca özel sektöre özgü olmaması. Kamu kurumlarında da aynı tablo gözleniyor: genç çalışanlar, yıllarca aynı kadroda kalmanın getirdiği donuklukla mücadele ediyor. Kurum içi sınavlar erteleniyor, liyakat yerini sabra bırakıyor. İş dünyasında aynı cümle yankılanıyor: “Bir adım ileri gidemiyoruz.”
Kariyer yollarının tıkanması, modern iş dünyasının kendi başarı anlatısıyla da çelişiyor. Şirketler hâlâ “büyüme”, “gelişim”, “yenilik” gibi sözcükleri kullanıyor ama içeride hareket yok. Bu çelişki, çalışanların zihninde bir güven krizine dönüşüyor. Artık şirketlerin vaatleri değil, sessizlikleri hatırlanıyor.
Bağlılık duygusu azalınca, performans da düşüyor. İnsanlar görevlerini yapıyor ama fazlasını yapmaya gönüllü olmuyor. İnovasyon kültürü, terfi kültürünün yokluğunda zayıflıyor. Hiçbir ödülün olmadığı bir yerde risk almak anlamsız hale geliyor. “Neden uğraşayım?” sorusu, ofislerin en sessiz ama en etkili cümlesine dönüşüyor.
Bu sorun, sadece çalışanları değil, şirketlerin geleceğini de tehdit ediyor. Çünkü bağlılık eksikliği ölçülemeyen ama hissedilen bir kayıp. Verimlilik raporlarında çıkmaz; kahve molalarındaki bakışlarda, e-posta yanıt sürelerinde, toplantılardaki kısa sessizliklerde gizlidir.
Bazı şirketler bu gerçeği fark edip yeni çözümler deniyor: yatay kariyer yolları, geçici proje liderlikleri, iç rotasyonlar… Fakat çoğu zaman bu adımlar sembolik kalıyor. Gerçek ilerleme, insanların emeklerinin görünür ve karşılık bulduğu bir sistem gerektiriyor. Terfi, yalnızca unvan değil; tanınma biçimidir.
İş dünyası, uzun süre bağlılığı “sadakat”le karıştırdı. Oysa sadakat, fırsatın olduğu yerde doğar. İnsanlar ilerleyemediklerinde, sadakat yerini hayal kırıklığına bırakır. En sessiz çalışan bile, içten içe başka bir yerin kapısını yoklamaya başlar.
Bugün birçok çalışan için kariyer, artık bir maraton değil, bir bekleme salonu. Zaman geçiyor ama hareket yok. Bu bekleyişin içinde tükenen şey yalnızca enerji değil; inanç. İnsan, emeğinin bir anlamı olduğuna inandığı sürece çalışır. Bu inanç kaybolduğunda, sistem de yavaşça durur.
İş dünyası belki hâlâ verimlilik oranlarıyla meşgul. Ancak asıl ölçülmesi gereken, insanların içlerinde ne kadar umut kaldığıdır. Çünkü terfi edemeyen kurumlar, aslında büyümeyen kurumlardır.
Umut bitince bir çalışan için iş verende biter
Tarih
