İşveren-Çalışan İlişkisinde İnsan Kaynaklarının Rolü: Köprüyü Güçlendirmek mi, Yıkmak mı?

Tarih

İşveren ve çalışan arasındaki ilişki, bir işletmenin temel dinamiklerinden biridir. Bu ilişkinin sağlıklı olması, çalışanların motivasyonu, bağlılığı ve verimliliği açısından kritik önem taşır. Ancak, günümüzün hızla değişen ve zorlu iş dünyasında, bu ilişkiyi sürdürmek ve güçlendirmek giderek daha da zorlaşıyor. Peki, insan kaynakları departmanı bu süreçte üzerine düşen sorumluluğu yerine getirebiliyor mu? Yoksa, farkında olmadan bu ilişkiyi zayıflatan bir role mi bürünüyor?
İnsan kaynaklarının temel görevlerinden biri, işveren ve çalışan arasındaki iletişimi sağlıklı bir şekilde yürütmektir. Bunun için, düzenli geri bildirim oturumları düzenlemek, çalışanların endişelerini dinlemek ve işverenin beklentilerini net bir şekilde ifade etmek gerekir. Ancak, pek çok insan kaynakları departmanı bu konuda yetersiz kalıyor. Geri bildirim oturumları genellikle göstermelik oluyor, çalışanların gerçek sorunları ve işverenlerin samimi beklentileri masaya yatırılmıyor. İletişim kanalları kağıt üzerinde açık gibi görünse de, pratikte tek yönlü bir iletişim söz konusu. Çalışanlar, kendilerini ifade etme fırsatı bulamıyor ve görüşlerinin dikkate alınmadığını hissediyor.
İş yerinde sağlam bir güven kültürü oluşturabilmeniz için dürüst olun ve sağlam tutumlar sergileyin.İş hayatında insanlara duyması gerekenleri değil gerçekleri söylemeniz gerekiyor.Bilinmesi gereken gerçekleri yönetim ve çalışan arasında paylaşmalısınız.Güven, işveren-çalışan ilişkisinin temel yapı taşlarından biridir. İnsan kaynaklarının bu güveni inşa etmek için şeffaf ve tutarlı politikalar uygulaması beklenir. Ancak, pek çok işletmede durum böyle değil. Çalışanlar, kuralların adil olmadığını ve bazı kişilere ayrıcalık tanındığını düşünüyor. İşverenler ise çalışanlarına güvenmiyor ve onlara yetki verme konusunda isteksiz davranıyor. Aşırı kontrol ve mikroyönetim, çalışanların özerklik duygusunu zedeliyor ve motivasyonlarını düşürüyor. İnsan kaynakları departmanı, güven ortamını sağlamak yerine, genellikle işverenin tarafını tutuyor ve çalışanların güvenini kaybediyor.
İş Hayatında tutarlı olun.Yapılması gereken,söz verilen işleri ,uyulması gereken kuralları zamanında yapın.Bu sizi daha çok güvenilir kılacaktır.Biliyorsunuz ki iş hayatında çalışan olsun iş veren olsun verilen sözlerin tutulması bazı konularda göz ardı edilebiliyor.ya da unutulabiliyor.Eğer yaptığınız iş her ne olursa olsun tutarlı olursanız daha çok güven sağlarsınız.Bu da köprüyü güçlendirir.
Kariyer gelişimi, çalışanların işverene olan bağlılığını artıran önemli bir faktördür. İnsan kaynaklarının, çalışanların becerilerini geliştirmeleri ve kariyerlerinde ilerlemeleri için fırsatlar sunması beklenir. Ancak, pek çok işletmede bu fırsatlar sadece kağıt üzerinde var. Eğitim programları yetersiz, mentorluk girişimleri etkisiz ve terfi imkanları sınırlı.Başarılı çalışanlar ödüllendirilmiyor ve performans değerlendirme sistemi şeffaflıktan uzak. Bu durum, çalışanların motivasyonunu ve bağlılığını zayıflatıyor.
İş-yaşam dengesi, modern çalışma hayatının en önemli konularından biri haline geldi. İnsan kaynaklarının, çalışanların özel hayatlarına saygı duyan ve onların refahını önemseyen politikalar geliştirmesi gerekiyor. Ancak, pek çok işletmede esnek çalışma saatleri, uzaktan çalışma imkanları ve uygun izin politikaları sadece kağıt üzerinde var. Çalışanlar, iş ve özel hayatları arasında denge kurmakta zorlanıyor ve bu durum stres düzeylerini artırıyor. İnsan kaynakları departmanı, bu konuda proaktif adımlar atmak yerine, genellikle işverenin beklentilerini öncelikli tutuyor.
Kapsayıcılık ve çeşitlilik, günümüz iş dünyasının vazgeçilmez unsurları olarak kabul ediliyor. İnsan kaynaklarının, farklı geçmişlere, perspektiflere ve yeteneklere sahip çalışanların bir arada uyum içinde çalışabilecekleri bir ortam yaratması bekleniyor. Ancak, pek çok işletmede bu konuda da ciddi eksiklikler var. Çeşitlilik ve kapsayıcılık eğitimleri genellikle göstermelik oluyor, ayrımcılığa karşı gerçek bir mücadele verilmiyor. Farklılıklar bir zenginlik olarak görülmüyor ve azınlık gruplarından çalışanlar kendilerini dışlanmış hissediyor. İnsan kaynakları departmanı, bu konuda proaktif bir rol üstlenmek yerine, mevcut eşitsizlikleri görmezden gelebiliyor.
İş hayatında çalışanlar ya da işveren tarafından yapılan hataların da kabul edilmesi gerekmektedir. Başarının bir sonraki adımı yapılan hatayı kabul etmekten geçer. Yapılan hatanın üzerini kapatmayın, sorumululuğunu alın. Yapılan hataları ekibinizle paylaşın, hata çıkan sonuçları değerlendirin.
Tüm bu faktörler göz önüne alındığında, insan kaynakları departmanının işveren-çalışan ilişkisini güçlendirmek konusunda yeterince etkili olamadığı görülüyor. Hatta bazı durumlarda, farkında olmadan bu ilişkiyi zayıflatan bir role bürünebiliyor. Açık iletişim, güven, kariyer gelişimi desteği, iş-yaşam dengesi,tutarlılık aktif dinleyici ,sorumluluk ve kapsayıcılık gibi kritik alanlarda eksiklikler var. İnsan kaynakları, işverenin beklentilerini karşılamak uğruna, çalışanların ihtiyaçlarını ve haklarını göz ardı edebiliyor.
Bu durum, uzun vadede işletmelerin sürdürülebilirliği açısından ciddi riskler barındırıyor. Mutsuz, motivasyonu düşük ve kendini değersiz hisseden çalışanlar, verimliliklerini kaybediyor ve işten ayrılma eğilimi gösteriyor. Bu da işletmeler için yüksek maliyetler ve itibar kaybı anlamına geliyor. İnsan kaynakları departmanlarının, bu olumsuz gidişatı tersine çevirmek için köklü değişiklikler yapması gerekiyor. Çalışan odaklı, şeffaf ve adil politikalar geliştirmeli, iyi bir dinleyici olmalı,iletişim kanallarını güçlendirmeli,güvenilir ve kapsayıcı bir iş yeri kültürü oluşturmalılar. Ancak bu şekilde, işveren-çalışan ilişkisini gerçek anlamda güçlendirebilir ve işletmelerin uzun vadeli başarısına katkıda bulunabilirler.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Sosyal Medyada Paylaş

Popüler Yazılar

Bunları da sevebilirsiniz
Bunları da sevebilirsiniz

Vücudunuzu iyi tanıyor musunuz? Değerini biliyor musunuz onun?

Vücudumuzda pek çok organ vardır. Kalp, ciğer, böbrek v.s. Hepsi de önemli ve değerlidir. Özde bu organların hepsi et parçası olsa da hepsinin ayrı bir değeri vardır. Bu organların kimine irademiz ile yön verebilir, kimisine de veremeyiz.Tıpkı bir şirketin yönetim birimleri gibi. Her birim doğru çalıştığında şirkete yarar sağlayan bir organdır. Ama doğru çalıştığında! Dil de irademizle yön verebildiğimiz bir organdır. Nedir Dil? Bir et parçası. Dil’i kullanmak ise beyin ve akıl ister. Beyin de bir et parçasıdır aslında. Onu kullanma yeteneğine ise akıl denir. Dil ve dilin önemi ile ilgili pek çok atasözü ve deyim vardır Türkçe’de. "Dil mi güzel, dilber mi güzel?", “Dil’in kemiği yoktur.” v.s. Toplum olarak dilimizi doğru ve güzel kullanma konusunda çok kötüyüz. Doğru ve temiz Türkçe konuşma konusunda tam bir felaket olduğumuz bir gerçek. Özellikle 80’li yıllarda artan dezenformasyon günümüzde Nirvana’ya ulaştı. Bırakın temiz Türkçe konuşmayı, Türkçe konuşmayı beceremez olduk. Dilimizden, edebiyattan, zerafetten çok uzağız.Bir de işin öteki boyutu var. Güzel konuşmak. Düşünerek konuşmak. Lafını tartarak konuşmak.Bu konuda da felaketiz toplum olarak. Günlük yaşamın içinde sıkça görüyor bu. Sevgisizliğimiz konuşmamıza yansıyor. Şirketlerde de bu olay çokça var. Yöneticilerin çalışanlarla konuşurken kullandıkları dil çok önemli. Her çalışan faklı bir kültürdür çünkü. Yanlış kullanılan dil çalışanının psikolojisini ve verimliliğini olumsuz olarak etkileyebilir. Geçtiğimiz günlerde Cumhuriyetin 100. yılı şerefine piyanist ve besteci Fazıl Say tarafından bir marş yazıldı. 100. Yıl Marşı. Elbette ki bu eseri beğenen de beğenmeyen de oldu. Bu çok normal. Ama ortada bir gerçek vardı. Emek. Bu eserin yazımı için saatlerce, günlerce çalışıldı. Düşünüldü. Orkestra ve koro provaları yapıldı. Kayıt yapıldı. Her biri ayrı bir emekti. Ne yazık ki özellikle sosyal medyada bu eseri kötü bir dille eleştiren çok oldu. Düşünelim şimdi. Toplumumuzun en büyük eksikliklerinden biri nedir? Sevgisizlik. Bir insanı, dünya görüşünü, davranışlarını sevmeyebilirsiniz. Sevmek zorunda da değilsiniz. Ortaya koyduğu eseri de beğenmeyebilirsiniz. Bu çok normal. Peki emeğe saygısızlık nedir? Bu ülke en çok emeğe saygısızlıktan kaybetmiyor mu yıllardır? Çocuğunuz yıllarca üniversite okudu, yüksek lisans, master, doktora yaptı ama işsiz. Alanınızda uzmansınız, yurt dışı tecrübeniz var, çift yabancı diliniz var, ama iki kelimeyi yan yanagetiremeyen adam müdür. Tıp literatürüne geçmiş buluşlarınız, ameliyatlarınız var ama kendi ülkenizde ikinci sınıf vatandaş durumundasınız. Bunlar emeğe saygısızlık değil mi? Sevin birbirinizi. Saygı gösterin emeğe. Size yapılmasını istemediğiniz şeyi başkasına yapmayın. Güzel şeyler söylesin diliniz. Sevgisizlik en kötü şeydir.

Bir kahve molasında satılan dostluklar

ChatGPT: İş hayatında insanı en çok yıpratan şey, uzun mesailer ya da düşük maaşlar değil; aynı hedef için omuz omuza çalıştığı bir arkadaşının bir gün sırtını dönmesidir. Çünkü ihanet, sadece bir güveni değil, insanın iç dengesini de yıkar. Kısa vadede kazandırıyor gibi görünse de, uzun vadede itibar kaybı kaçınılmazdır; zira iş dünyası küçük bir ekosistemdir ve “güvenilmez” damgası bir kez vuruldu mu silinmez. Üstelik ihanet sadece kurbanı değil, kurumu da zehirler: Güvenin olmadığı yerde cesaret, yaratıcılık ve bağlılık barınamaz. Adil ve şeffaf olmayan ortamlarda ihanet kök salar, sadakat ise susar. Oysa gerçek başarı, başkasının sırtına basarak değil, birlikte yükselerek kazanılır. Çünkü hiçbir unvan, dostluğu satmanın bıraktığı gölgeyi silemez; ihanet eden sonunda yalnız kalır, kazandığını sandığı her şeyin aslında kayıp olduğunu çok geç anlar. İş dünyasında en değerli sermaye ne para ne güçtür — güven ve itibardır, ve onu kaybeden gerçekte her şeyini kaybeder.

Kendimizi geçmek, Trafikteki araçları geçmek gibi değil

Hayatta başarıyı çoğu zaman yanlış tanımlıyoruz; sanki mesele, başkalarını sollayıp varış çizgisine önce ulaşmakmış gibi. Oysa hayat bir yarış pisti değil, sabırla geçilmesi gereken uzun bir trafik akışı ve bu trafikteki tek rakibimiz, dünkü halimiz. Toplum bize hep “daha hızlı, daha çok, daha önde ol” diyor ama asıl soru şu olmalı: “Ben bugün, dünün ben’inden daha mı iyiyim?” Kendini geçmek; büyük zaferler kazanmak değil, küçük alışkanlıkları dönüştürmektir — dün ertelediğini bugün yapabilmek, öfkelendiğin yerde susabilmek ya da kendine bir bardak su fazla içirebilmektir. Başkalarıyla kıyaslandığında sonuç hep huzursuzluk olur, çünkü bu yarışın sonu yoktur. Gerçek başarı, kendi gölgeni geçebildiğin o küçük ama anlamlı anlarda gizlidir. Çünkü insan, başkalarını değil, kendi sınırlarını aştığında özgürleşir.

Transpersonel liderlikte güven: Ruhsal bilinç ile kurulan ekipler

Transpersonel liderlik, liderliği yalnızca hedefler ve performansla sınırlamayıp, ekibin bilinç, ruhsal denge ve kolektif uyumunu da gözeten bir anlayıştır. Bu liderlik türü, çalışanları birer “kaynak” değil, potansiyelleri ve sezgileriyle bir bütün olarak görür. Uruguay eski başkanı Jose Mujica, mütevazı yaşam tarzı, şeffaflığı ve toplumsal faydayı merkeze alan yaklaşımıyla bu liderlik anlayışının canlı bir örneğidir. Transpersonel lider için güven, bir strateji değil, ruhsal bir sorumluluktur; çünkü güven, hem ekip enerjisinin hem de kolektif bilincin temelini oluşturur. Şirketlerde güvenli bir ortam yaratmak, çalışanların içsel motivasyonlarını, yaratıcılıklarını ve bağlılıklarını artırır. Ancak güven zedelendiğinde, liderin görevi hatalarını fark etmek, şeffaflıkla iletişim kurmak ve tutarlılıkla güveni yeniden inşa etmektir. Dürüstlük, empati, adalet ve bilinçli iletişim, transpersonel liderin en güçlü araçlarıdır. Gerçek liderlik, sadece sözlerle değil, varlığıyla güven veren bir enerji alanı yaratabilmektir.