Nabza Göre Şerbet (Nefes Testi)

Tarih

Kızım ortaokulda okuyordu, akşam muhabbet ederken, “Baba hohladığımızda elimizi ısıtan nefesimiz, üflediğimizde nasıl olupta soğuk çıkıyor?” diye sordu. Bu tip sorularına kızım konuşmaya başladığından beri alışmıştık. Mümkün olduğunca araştırıp doğru cevaplar vermeye çalışırdım. Bu konuyu da araştırdığımda, ağzımızdan çıkan havanın genel ısısının aynı olduğunu, temel sebebinin ise ağız hareketi olduğunu öğrendim.
“Hoh”landığında ağız boşluğu daha büyük olduğu için ciğerden gelen ve dışarı çıkan havanın hızı daha düşük olmaktadır. Bu yüzden havanın hızı da yavaştır ve ciğerlerde ısınmış hava, ağızdan çıkana kadar daha da ısınır. Üflerken ise ağız boşluğu dardır. Bu yüzden akan hava hızlıdır. Ciğerden ağza kadar uzanan yolda hava hızlıca akacağı için ısınmadan dışarı atılır. Hızlı hareket eden hava (nefesiniz), nispeten durağan havaya (çevrenizdeki hava) bırakıldığında türbülans oluşturur.
Dışarıdaki soğuk hava, ağzımızdan çıkan daha sıcak hava akımına çekildiği için, elinize gelen hava soğuktur. Kısaca, büzülmüş dudaklardan üflerken avuçlarınızda hissettiğiniz havanın çoğu çevredeki havadır.
Geniş bir ağızdan “Hoh” dendiğinde, hava daha yavaş bir hızda ağızdan çıkar ve daha hızlı hava akışı ile aynı türbülansı yaratmayarak dışarıdaki daha soğuk havayı içeri çekmez.
Ayrıca, üflerken eliniz ağzınıza yakınsa, çıkan hava sıcak, uzak ise daha soğuk olacaktır.
Bu konudan esinlenerek verdiğim “Satış ve Pazarlama” eğitimlerine bu konuyu farklı bir bakış açısıyla eklemeye karar verdim.
Sıra bu konuya geldiğinde eğitime katılan arkadaşlara iki senaryo anlatacağımı, gözlerinde canlandırmalarını istiyordum. İlkinde “Dışarıda havanın çok soğuk olduğunu ve ellerini soğuktan neredeyse hissetmedikleri bir anda eve girdiklerini düşünmelerini ve ellerini ısıtmak için ilk ne yaptıklarını soruyordum. Farklı cevaplar olmakla birlikte bir kısmı ise ellerini ağızlarına götürerek “Hoh” ladıklarını söylüyorlardı. İkinci senaryo da ise evde çay demlerken birden ellerine bir miktar sıcak su döküldüğünü ve o anda ilk olarak ne yaptıklarını soruyordum. Haliyle yine bazı arkadaşlar ellerini ağızların götürerek üflediklerini söylüyorlardı. Bu iki örnekte de eller ağızlara götürüldüğünde sıcak ve soğuk hissi net bir şekilde tecrübe ediliyordu. Bu girizgahtan sonra, nefs kelimesinin, “kendi, öz, ruh” ve el kelimesinin diğer bir anlamının ise “yabancı, gurbet” olduğunu hatırlatıyordum.
Nefeslerini, kendileriyle özdeşleştirmelerini, söylediklerinin, karşıya aktardıkları duygularının da tıpkı nefeslerinin ellerde yarattığı hisler gibi bazen sıcak bazen soğuk hissedildiğini, buradaki “el”in manasının ise onlardan başkasını, yani yabancıları, başkaları olarak dikkate alınmasını belirtiyordum.
İşte tamda bu noktada duygusal zekanın önemi ve hangi durumda sıcak, (samimi) hangi durumda soğuk (mesafeli) davranılacağı ve doğru iletişim sayesinde başarıyı yakalamanın inceliklerini konuşarak bu konuyu bitiriyorduk.
Evet gerçekten ne zaman “Hoh” lamak ne zaman üflemek gerektiğini ve hangi mesafeden bunu yapacağınızı bildiğinizde eller size aşina, eller size yaren olacaktır.

1 Yorum

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Sosyal Medyada Paylaş

Popüler Yazılar

Bunları da sevebilirsiniz
Bunları da sevebilirsiniz

Bir kahve molasında satılan dostluklar

ChatGPT: İş hayatında insanı en çok yıpratan şey, uzun mesailer ya da düşük maaşlar değil; aynı hedef için omuz omuza çalıştığı bir arkadaşının bir gün sırtını dönmesidir. Çünkü ihanet, sadece bir güveni değil, insanın iç dengesini de yıkar. Kısa vadede kazandırıyor gibi görünse de, uzun vadede itibar kaybı kaçınılmazdır; zira iş dünyası küçük bir ekosistemdir ve “güvenilmez” damgası bir kez vuruldu mu silinmez. Üstelik ihanet sadece kurbanı değil, kurumu da zehirler: Güvenin olmadığı yerde cesaret, yaratıcılık ve bağlılık barınamaz. Adil ve şeffaf olmayan ortamlarda ihanet kök salar, sadakat ise susar. Oysa gerçek başarı, başkasının sırtına basarak değil, birlikte yükselerek kazanılır. Çünkü hiçbir unvan, dostluğu satmanın bıraktığı gölgeyi silemez; ihanet eden sonunda yalnız kalır, kazandığını sandığı her şeyin aslında kayıp olduğunu çok geç anlar. İş dünyasında en değerli sermaye ne para ne güçtür — güven ve itibardır, ve onu kaybeden gerçekte her şeyini kaybeder.

Kendimizi geçmek, Trafikteki araçları geçmek gibi değil

Hayatta başarıyı çoğu zaman yanlış tanımlıyoruz; sanki mesele, başkalarını sollayıp varış çizgisine önce ulaşmakmış gibi. Oysa hayat bir yarış pisti değil, sabırla geçilmesi gereken uzun bir trafik akışı ve bu trafikteki tek rakibimiz, dünkü halimiz. Toplum bize hep “daha hızlı, daha çok, daha önde ol” diyor ama asıl soru şu olmalı: “Ben bugün, dünün ben’inden daha mı iyiyim?” Kendini geçmek; büyük zaferler kazanmak değil, küçük alışkanlıkları dönüştürmektir — dün ertelediğini bugün yapabilmek, öfkelendiğin yerde susabilmek ya da kendine bir bardak su fazla içirebilmektir. Başkalarıyla kıyaslandığında sonuç hep huzursuzluk olur, çünkü bu yarışın sonu yoktur. Gerçek başarı, kendi gölgeni geçebildiğin o küçük ama anlamlı anlarda gizlidir. Çünkü insan, başkalarını değil, kendi sınırlarını aştığında özgürleşir.

Transpersonel liderlikte güven: Ruhsal bilinç ile kurulan ekipler

Transpersonel liderlik, liderliği yalnızca hedefler ve performansla sınırlamayıp, ekibin bilinç, ruhsal denge ve kolektif uyumunu da gözeten bir anlayıştır. Bu liderlik türü, çalışanları birer “kaynak” değil, potansiyelleri ve sezgileriyle bir bütün olarak görür. Uruguay eski başkanı Jose Mujica, mütevazı yaşam tarzı, şeffaflığı ve toplumsal faydayı merkeze alan yaklaşımıyla bu liderlik anlayışının canlı bir örneğidir. Transpersonel lider için güven, bir strateji değil, ruhsal bir sorumluluktur; çünkü güven, hem ekip enerjisinin hem de kolektif bilincin temelini oluşturur. Şirketlerde güvenli bir ortam yaratmak, çalışanların içsel motivasyonlarını, yaratıcılıklarını ve bağlılıklarını artırır. Ancak güven zedelendiğinde, liderin görevi hatalarını fark etmek, şeffaflıkla iletişim kurmak ve tutarlılıkla güveni yeniden inşa etmektir. Dürüstlük, empati, adalet ve bilinçli iletişim, transpersonel liderin en güçlü araçlarıdır. Gerçek liderlik, sadece sözlerle değil, varlığıyla güven veren bir enerji alanı yaratabilmektir.

Müşteri sadakati mi, maliyet mi? İade süreçlerinin marka imajına etkisi

Alışveriş artık yalnızca ürün almak değil, markayla kurulan ilişkinin bir parçası. Bu ilişkinin en kritik aşaması ise iade süreci. Çünkü iade, bir markanın müşterisine gerçekten ne kadar değer verdiğini gösteren sınavdır. Müşteri açısından kolay ve destekleyici bir iade süreci, güven ve sadakat duygusunu pekiştirirken; markalar için bu süreç, kısa vadede maliyet yaratsa da uzun vadede güçlü bir imaj ve sadık müşteri kitlesi kazandırır. Zorlaştırılan iade politikaları ise kaliteyi gölgede bırakır, olumsuz deneyimler hızla yayılır. Dolayısıyla asıl mesele “maliyet mi, sadakat mi?” değil; “bugünü mü kurtaracağız, geleceğe mi yatırım yapacağız?” sorusudur. Çünkü markalar bilir ki güven, iade sürecinde kazanılır ve bir kez kaybedildiğinde hiçbir reklam bütçesiyle geri alınamaz.