Profesyoneller için başarı anahtarı; zaman

Tarih

“Zaman” sadece bir kavram değil, aynı zamanda bir “değer” ifadesidir. Her profesyonelin tepesinde sallanan bu kılıcın insanın tepesine düşmesi bir dert, sallanmaya devam etmesi başka dert. İyi yönetilen zaman; planlamadan operasyona, detaylardan raporlamaya uzanan bir süreçtir. Eskilerin dediği gibi “vakit nakittir” ve bu bugün de böyle…
Her beyaz yakalı için başarılı bir zaman planı yapmak pek çok unsuru barındıran karmaşık bir süreçtir. Başladığı andan son aşamaya varılana kadar pek çok farklı alanda bilgi gerektiren detayın gözetilmesini ve değişkenin yönetilmesini gerektirir. İşi doğru yönetmenin sırrı da burada saklıdır. Başarı; hedefe erişme zamanının çok ama çok iyi hesaplanmasından geçer, yapılacak işler ve bu iş bölümündeki doğru zamanlamanın ardında yatar.
Geçmişteki yönetim anlayışında “girdi” olarak tanımlanan ve listelenenler belliydi. Sermaye, emek, ürün ve fiyatı belirlemekten ibaret “klasik” anlayış zamanla evrildi hatta kimilerine göre devrildi. Bu bileşenlerin sayısı arttıkça arttı, 20’leri aştı.
Sermaye konusunda sahibi olma anlayışı rafa kalktı, başkalarının sermayesi devreye girdi.
Emek, önce mütevazi makinelere, sonra ileri teknolojiye ve nihayet robıtlara devredildi.
Ürün konusunda raf için standart üretim “out” oldu, kişiselleştirilenler “in” ilan edildi.
Fiyat, arz-talep dengesinden çıktı, fiyat-fayda anlayışı öldü, fiyat-moral tahta çıktı.
Bütün bu değişim sürerken iş yaşamına daha “efektif”, daha “inovatif”, daha “trendy” ve daha “cool” gibi kavramlar girdi. İlk bakışta pek belli olmasa da her birinin ardında daha “karlı” olma yatıyordu. Bu yeni düzendeki dinamiğin “zaman” ve onun kullanımı olduğunu pek az profesyonel keşfetti. Kişi ayak uydurdu, bu düzene uygun yönetim modelleri geliştirdi kimi de eski usul devam etti ve bir yerde bitti.
“Biliyorum” demek duraklama, öğrenmek ilerlemedir…
Zamanı yönetmenin “püf noktası” en genel tanımı ile kişinin kendisini eğitmesinden geçer. “Bilmek” yetmez, bir artı değerdir ancak daha çok bilenlerin gerisinde kalmak anlamına da gelir. O yüzden bu tehlikeli zihin ürününden kurtulmak, öğrenmeye yönelmek gerekir.
Öğrenmek, her yaşta ve her koşulda yapılabilecek bir eylemdir. Sanılanın aksine gösterişli eğitim programlarına, öğretmenlere-hocalara, kurslara-derslere gerek yoktur. Gerek duyacağınız daha iyi zaman yönetimi için daha iyi bir eğitim ya da günümüzde daha yaygın olan tarifi ile kişisel gelişim programıdır. Bu tür programlar için pek çok farklı yol, yöntem, usul vb olsa da bu yazımda kısaca ADDIE olarak anılan yaklaşımdan bahsedeceğim.
ADDIE’nin A’sı Analysis | Analiz’den geliyor.
İlk D’si ise Design | Dizayn, analiz sonrasında belirlenenlerin biçimlendirilmesine dayanıyor.
İkinci D’nin anlamı Development | Gelişim, deneyimlerin son çıktıya evrilmesini tanımlıyor.
I’nın anlamı ise Implementation | Uygulama ki eğitim kazanımlarının aktarılmasını içeriyor.
ADDIE’nin son harfi olan E ise Evaluation | Değerlendirme’yi yani ilerlemeyi barındırıyor.
ADDIE’nin özeti; “durma devam et, bildiklerinle yetinme öğreneceklerinin peşine düş” olarak düşünülebilir.
Günümüzden 20-30 yıl önce, cep telefonlarının henüz “akıllı” olmadığı yıllarda yaşı 50+ olanlar öğrenmeye direnenlerin başında geliyordu! Çocukları yurt dışına gidenler ya da torunu olanlar kullanımı daha karmaşık olan akıllı telefonları bir anda çözdü, görüntülü konuşma ile tanıştı, özellikle de pandemi döneminde video konferanslara katılır hale geldi. Her biri hangi yaşta olursa olsun öğrenmenin mümkün olduğunun kanıtı haline gelirverdiler.
Herkes Tolstoy olsun, bisiklet binmeyi öğrensin!
“Tolstoy’un bisikleti” basit ama öğretici yanı çok güçlü bir öyküdür. Tolstoy, yaşadığı dönem için oldukça yaşlı kabul edilen 67 yaşındaydı ve “yaşlılık” halini teyid eden kocaman ve bembeyaz bir sakalı vardı. Daha küçük yaşta olan herkes için yeni bir şey öğrenecek çağı çoktan geride bırakmıştı. O yaşlı adam, daha sonra “Tolstoy’un bisikleti” kavramının ortaya atılmasına ve benimsenmesine yol açan adımı attı. Önceki yaşlarında hiç binmediği bisiklet ile tanıştı ve sürmeyi öğrendi. Bisiklet sürerek gideceği yere daha kısa sürelerde gitmeyi başardı. O güne kadar akıp giden zamanı kazandı, çalışmaya daha fazla vakit ayırabildi.
Bisiklet binmesi öğrenmesi ve kazandığı zaman sayesinde, gözlerini yumduğu 82 yaşına (ö. 20 Kasım 1910) kadar üretmeye devam etti. Tolstoy, bildiğimiz Tolstoy olarak iz bırakabildi.
Yaptıklarımız belirli aralıklarla tekrardan ibarettir. Denklemdeki değişkenler devreye şu ya da bu ölçüde girer ama iş değiştirilse bile rutinler her zaman mevcuttur.
Bu rutinleri hep aynı biçimde yerine getiriyorsanız öğrenme sorunu daha da kötüsü büyük bir zaman kaybı ile karşı karşıyasınız demektir. Düşünün dünyada hiçbir 10-20-30-40 ya da 50 yıl önceki gibi değil.
Daktilonun yerini bilgisayar aldı, öğrenmeyi ve dolayısıyla değişmeyi başaramayan daktilo üretici firmalar tarih oldu, tahta da bir tür bilgi-sayan daktiloları üreten bilgisayar markaları çıktı.
Kablolu sabit telefonların yerine göz diken cep telefonlarının yerini “akıllı” olanlar, onların da çıktığı zirveyi sayısız apps sayesinde daha da akıllı ve zeki olanlar ele geçirdi.
Direksiyon başına bir insan oturmadan hareket edemeyen otomobillerin yerini sürücüye gerek duymayan otonom araçlar aldı, binek otomobillere ek olarak havada, karada, denizde kendi kendine giden araçların sayısı her geçen gün arttı, artmaya da devam ediyor.
Geçmişte uluslararası toplumun üyesi olan ve çok uluslu şirketlerde çalışanların yarı zamanı havaalanında, uçak yolcuğunda ve otellerde geçerken günümüzde Zoom, Meet, Team gibi sayıları 50’yi bulan dijital çözüm ile zaman kazandılar. Bu zamanı belki kendilerine, belki sevdiklerine, belki de işlerine ayırmayı seçtiler.
Herkes kendi reçetesini yazsın!
Öğrenmeyi, fazla kilosu olanların diyet yapması gibi düşünün bir an için. Kazanılan zamanın da verilen kilo olduğunu canlandırın gözünüzün önünde. Bu bile sizi mutlu, “mutlu” ne kelime “çok mutlu” yapmaya yetecektir.
Yapılanların ayırdığınız süreye göre sınıflandırılması önemli bir endeks oluşturur. Farklı bir ifade ile bu yaklaşımda, herhangi bir iş için yönetilmesi gereken zaman dilimi esastır. Süreye dayalı çalışma klasmanlarındaki zaman dilimleri “saniye” ile başlar, “dakika”, “saat”, “gün”, “hafta”, “ay”, “çeyrek” ya da “üç ay”, “yıl”, “iki yıllık” gibi olarak kişinin karşısına çıkar. Hedef de bu zaman birimlerindeki sayıları azaltmak olmalıdır. Söz gelişi tamamlanması 5 saatinizi alan bir işi 4 saate indirmek ya da bir hafta sürecek çalışmayı 6. günde bitirmek birer örnektir. İkinci aşamada ise bunu başarabilmek için nelere ya da hangi donanımlara, daha da ileri gidelim hangi bilgilere gereksinim duyacağınız ve hangi eğitimlerden geçeceğiniz olacaktır.
İşte o an gözlerinizin önündeki perde aralanacak, sahne aydınlanacaktır ve İngilizcesi “time is cash”, eskilerin ifadesiyle “vakit nakittir” repliği duyulacaktır.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Sosyal Medyada Paylaş

Popüler Yazılar

Bunları da sevebilirsiniz
Bunları da sevebilirsiniz

Bir kahve molasında satılan dostluklar

ChatGPT: İş hayatında insanı en çok yıpratan şey, uzun mesailer ya da düşük maaşlar değil; aynı hedef için omuz omuza çalıştığı bir arkadaşının bir gün sırtını dönmesidir. Çünkü ihanet, sadece bir güveni değil, insanın iç dengesini de yıkar. Kısa vadede kazandırıyor gibi görünse de, uzun vadede itibar kaybı kaçınılmazdır; zira iş dünyası küçük bir ekosistemdir ve “güvenilmez” damgası bir kez vuruldu mu silinmez. Üstelik ihanet sadece kurbanı değil, kurumu da zehirler: Güvenin olmadığı yerde cesaret, yaratıcılık ve bağlılık barınamaz. Adil ve şeffaf olmayan ortamlarda ihanet kök salar, sadakat ise susar. Oysa gerçek başarı, başkasının sırtına basarak değil, birlikte yükselerek kazanılır. Çünkü hiçbir unvan, dostluğu satmanın bıraktığı gölgeyi silemez; ihanet eden sonunda yalnız kalır, kazandığını sandığı her şeyin aslında kayıp olduğunu çok geç anlar. İş dünyasında en değerli sermaye ne para ne güçtür — güven ve itibardır, ve onu kaybeden gerçekte her şeyini kaybeder.

Kendimizi geçmek, Trafikteki araçları geçmek gibi değil

Hayatta başarıyı çoğu zaman yanlış tanımlıyoruz; sanki mesele, başkalarını sollayıp varış çizgisine önce ulaşmakmış gibi. Oysa hayat bir yarış pisti değil, sabırla geçilmesi gereken uzun bir trafik akışı ve bu trafikteki tek rakibimiz, dünkü halimiz. Toplum bize hep “daha hızlı, daha çok, daha önde ol” diyor ama asıl soru şu olmalı: “Ben bugün, dünün ben’inden daha mı iyiyim?” Kendini geçmek; büyük zaferler kazanmak değil, küçük alışkanlıkları dönüştürmektir — dün ertelediğini bugün yapabilmek, öfkelendiğin yerde susabilmek ya da kendine bir bardak su fazla içirebilmektir. Başkalarıyla kıyaslandığında sonuç hep huzursuzluk olur, çünkü bu yarışın sonu yoktur. Gerçek başarı, kendi gölgeni geçebildiğin o küçük ama anlamlı anlarda gizlidir. Çünkü insan, başkalarını değil, kendi sınırlarını aştığında özgürleşir.

Transpersonel liderlikte güven: Ruhsal bilinç ile kurulan ekipler

Transpersonel liderlik, liderliği yalnızca hedefler ve performansla sınırlamayıp, ekibin bilinç, ruhsal denge ve kolektif uyumunu da gözeten bir anlayıştır. Bu liderlik türü, çalışanları birer “kaynak” değil, potansiyelleri ve sezgileriyle bir bütün olarak görür. Uruguay eski başkanı Jose Mujica, mütevazı yaşam tarzı, şeffaflığı ve toplumsal faydayı merkeze alan yaklaşımıyla bu liderlik anlayışının canlı bir örneğidir. Transpersonel lider için güven, bir strateji değil, ruhsal bir sorumluluktur; çünkü güven, hem ekip enerjisinin hem de kolektif bilincin temelini oluşturur. Şirketlerde güvenli bir ortam yaratmak, çalışanların içsel motivasyonlarını, yaratıcılıklarını ve bağlılıklarını artırır. Ancak güven zedelendiğinde, liderin görevi hatalarını fark etmek, şeffaflıkla iletişim kurmak ve tutarlılıkla güveni yeniden inşa etmektir. Dürüstlük, empati, adalet ve bilinçli iletişim, transpersonel liderin en güçlü araçlarıdır. Gerçek liderlik, sadece sözlerle değil, varlığıyla güven veren bir enerji alanı yaratabilmektir.

Müşteri sadakati mi, maliyet mi? İade süreçlerinin marka imajına etkisi

Alışveriş artık yalnızca ürün almak değil, markayla kurulan ilişkinin bir parçası. Bu ilişkinin en kritik aşaması ise iade süreci. Çünkü iade, bir markanın müşterisine gerçekten ne kadar değer verdiğini gösteren sınavdır. Müşteri açısından kolay ve destekleyici bir iade süreci, güven ve sadakat duygusunu pekiştirirken; markalar için bu süreç, kısa vadede maliyet yaratsa da uzun vadede güçlü bir imaj ve sadık müşteri kitlesi kazandırır. Zorlaştırılan iade politikaları ise kaliteyi gölgede bırakır, olumsuz deneyimler hızla yayılır. Dolayısıyla asıl mesele “maliyet mi, sadakat mi?” değil; “bugünü mü kurtaracağız, geleceğe mi yatırım yapacağız?” sorusudur. Çünkü markalar bilir ki güven, iade sürecinde kazanılır ve bir kez kaybedildiğinde hiçbir reklam bütçesiyle geri alınamaz.