Yaşam İle Yaptığımız Anlaşmalar

Tarih

Her insan, hayatının çeşitli evrelerinde görünmez ama etkili anlaşmalar yapar. Bu anlaşmalar aileden, sosyal çevreden, toplumdan, dinlerden ya da otorite figürlerinden beslenir. Bazen öyle besleriz ki bu inançları, yapmış olduğumuz anlaşmaların yaratmış olduğu benliğimizin farkında olmadan beslenmesini alışkanlık haline getirmiş oluruz. Çoğu zaman bilinçsizce kabul ettiğimiz bu sözleşmeler, kim olduğumuzu, nasıl düşündüğümüzü ve gelecekte kim olabileceğimizi belirler.
Peki, bu anlaşmaları ne şekilde yapıyor ve destekliyoruz sorusu geliyor aklıma. Elbette bunların başında iletişim, yani “Dil” geliyor. Bu kelimenin okunuşu itibarıyla birlikte zihinde yaratmış olduğu anlam bariz olsa da üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken bir konu olduğunu düşünüyorum. Çünkü dil sadece başkalarını anlamak veya kendimizi anlatmak için başvurduğumuz bir araçtan çok daha fazlası olarak kendi iç dünyamızdaki yolculukta daima bizimle olan, düşüncelerimize yön veren hatta ve hatta geleceğimizi belirleme potansiyelinde olan bir konudur. Bu sebepledir ki kendimizle olan iletişimimiz aslında geriye kalan tüm iletişimlerimizden çok daha değerlidir. İkinci olarak “Hiçbir Şeyi Kişisel Alma”, geleceğe karşı daha dayanıklı yürüyebilmek için etrafımızda gelişen olaylara yüklediğimiz anlamlar neticesinde çoğu şeyi kişisel algılarız, bu da bize zaman ve enerji kaybı olarak geri döner. Üçüncü anlaşma “Varsayımda Bulunma”, belirsizlikte anlam aramak yerine olayların gerçek yüzünü görmeye çalışarak zihinsel anlamda özgür olmakla ilgilidir. Son olarak “Daima Elinden Gelenin En İyisini Yap” ki bulunduğun anın koşullarında sahip olduğun enerji ve bilgi-farkındalıkla en iyi olanı ortaya koyabilesin.
“Gerçek özgürlük, başkalarının seni nasıl gördüğüyle değil, senin kendine ne söylediğinle ilgilidir.” – Don Miguel Ruiz
Yazının başlığı aynı zamanda Don Miguel Ruiz’e ait olan “Dört Anlaşma” kitabından geliyor. Kitapta yer alan 4 anlaşma üzerinden bize benzersiz bir içgörü sunarak yaşamlarımıza farklı perspektiften bakabilme adına fırsat sunuyor. Hadi gelin biz de bu anlaşmalara biraz daha yakından bakalım ve ailesel, toplumsal, kendi içimizde yarattığımız inançların dayandığı hikâyelerimizi biraz daha yakından tanıyalım.

  1. Sözünü Özenle Seç: Dilini İnşa Et
    Modern dünyada, özellikle dijital çağın getirdiği hız ve yüzeysellik dilin özenli kullanımını oldukça zor hale getiriyor. Sosyal medya platformları, e-mail ve anlık mesajlaşma uygulamaları dilin kullanımıyla ilgili özeni zayıflatıyor. Dilin güçlü kullanılması inşa edici bir etkiye sahip olduğu kadar tersinde de bir o kadar yıkıcı duruma sebebiyet verebilmektedir.
    Hepimizin yaşam içerisinde sahip olduğumuz unvanları, ki bu aile içinde ebeveyn ya da şirket içerisinde yönetici pozisyonu olabilmekle birlikte, bunların getirmiş oldukları sorumluluk alanlarını göz önüne aldığımızda tercih ettiğimiz dil modelinin yaratacağı sonuçlara yeterince önem vermediğimiz düşüncesindeyim. Benimsenmiş modelin kimi zaman özgüven veren, umut vadeden, ilham uyandırabilen sonuçları olsa da aynı şekilde küçümseyici, yargılayıcı veya belirsiz bir dil kullanımının da zihinlerde bulanıklık yaratarak geleceğe dair ilişkileri derinden etkileyeceği aşikârdır. Kişisel düzeyde ise bu ilkenin etkisi kişinin kendine karşı kullandığı içsel cümleler ile başlar. İç ses kayıtlarımızın olumsuz tarzda olması (başarısızım veya değersizim vb.) kişinin potansiyelini bloke eder. Oysa içsel konuşmalarımızın olumlu olması halinde (ben gelişiyorum veya kendime inanıyorum tarzında) zihin yapımızın kurgusu yeniden yapılanmaktadır. Bu sebeple geleceğe karşı aksiyonlarımız sadece hedefler koyup onun için planlar yapmaktan ziyade bu süre zarfında içsel söylemlerimizin de özenle seçilmiş bir tarzda bizi besleyecek şekilde olması gerekmektedir.
  2. Hiçbir Şeyi Kişisel Algılama: Başkalarının Davranışlarını Sahiplenme
    Hayat, dışsal olaylara değil, onlara yüklediğimiz anlamlar ile şekillenir. Bu anlaşma bireyin dış dünyadaki olayları, tepkileri ve yargıları kendine yöneltilmiş bir saldırı gibi algılamamasını öğütler.
    Günümüzde gerek dijital iletişimin gerekse de sosyal medya etkileşimlerinin hızlı bir şekilde maddeye karşı elde etme noktasında yarattığı sahip olma arzusu ile birlikte insanlar daimi şekilde değerlendirilme, kıyaslanma ve eleştiri anlamında baskı altında kalmaktadır. Hal böyle olunca tarafımıza gelen olumsuz bir yorum, takdir edilmemiş bir davranış veya değer görmemiş bir fikir bizi kendi içimizde başarısız ya da değersiz hissettirme anlamında güçlü etkiler yaratma şansına sahip olur. Oysaki çoğu zaman bu tepkiler, karşımızdakinin kendi iç dünyası ile ilgili olmakla birlikte çok az bizimle alakalıdır. Kendimizle ilgisi olmayan olayları kişisel almadığımızda, içsel özgürlüğümüzü kazanmış oluruz. Hayatınızda sürekli olarak başkalarının tepkileriyle şekillenen bir kişi olmak, sizi sürekli bir onay arayışına iter. Oysa başkalarının ne söylediği veya yaptığı, onların dünyasına ait bir yansıma olup, sizin kimliğinizle ya da değerinizle ilgisi yoktur.
    İçselleşen bu becerinin yaşamsal bir anlaşmaya dönmesi ile birlikte, iş hayatında veya sosyal çevremizde bizi etkileyebilme potansiyelinde olan olaylara karşı odağımızı koruyabilir, enerjimizi tüketmeden içsel istikrarımızı sürdürebiliriz. Aynı şekilde bu anlaşmanın doğru şekilde kullanımı ile birlikte duygusal zekâ ve ruhsal dayanıklılık ciddi bir gelişim evresine girmiş olur.
  3. Varsayımda Bulunma: Belirsizlik İçinde Anlam Arama
    İnsan zihni belirsizliği sevmez, herhangi bir konuda bilgi eksikliği olduğunda bu boşluğu kendi deneyimleri, korkuları veya travmalarına dayandırarak doldurmak ister. Aslında çoğu zaman bu boşluğu gerçek ile değil de kendi zannettiklerimiz ile kapatmaya çalışırız.
    Varsayımlarımız ile doldurduğumuz bu boşluklar bize kızgınlık ve kırgınlık gibi duygularla geri döner ve çoğu zaman durumlar karşısında kendimizi geri çekeriz. İşte bu durum yaşamımızda genellikle gerçekle ilgisi olmayan ama bizi tüketen bir senaryo zinciri yaratır. Aslına bakarsanız çoğu çatışmaya sağlıklı iletişim kuramamanın sebep olduğunu düşünürüm. Olayların özünden kopmadan ve belirsizlik durumlarında varsayımsal zihin süreçlerini ekarte ederek netlik kazanmaya çalışabiliriz. Özellikle bu durum geleceğe dair beklentisi olan kişiler için elzemdir, çünkü gelecek tanımı gereği belirsizlikle doludur. Eğer biz bu belirsizlik alanına her seferinde korkularımızı veya inanç kalıplarımızı yansıtırsak ve varsayımlar üretirsek muhtemelen fırsatları kaçıracak aynı zamanda da fırsatları tehdit olarak algılıyor olacağız. Sonuç olarak, varsayım yerine açık iletişimi, yargı yerine diyaloğu seçmek geleceğe karşı açık ve sağlıklı bir zihin ile devam etme anlamında bize fayda sunacaktır.
  4. Her Zaman Elinden Gelenin En İyisini Yap: Eylemi Ruh İle Birleştirmek
    Aslına bakarsanız verdiğimiz uğraşların neredeyse tamamında sonuç odaklı oluşumuzdan dolayı süreçlere yeteri kadar değer vermediğimizi düşünüyorum. Miguel Ruiz’in bu anlaşmasına yüklediği anlam kusursuzluktan ziyade mevcut süreçler içerisinde sahip olunan enerjinin, farkındalık ve bilgeliğin kullanımı ile birlikte en iyi olanı ortaya koyma çabasıdır. Günümüz dünyasında çoğu zaman başarı sonuçlar ile ölçülüyor olsa da bu anlaşma daha çok sürece odaklanmayı öğütler. Yapısal olarak her gün devamlı aynı motivasyonu, benzer yaratıcılığı ve yüksek enerji seviyelerini korumamız pek mümkün görünmese de bu anlaşma bize en azından kendi içimizde denge sağlayabilme anlamında yardımcı olacaktır. Sonuçların her zaman kontrolümüzde olmadığı bir sistemde en azından elimizde olan çaba, niyet ve tutumu elimizden gelen en iyi şekilde yapabilmek aynı zamanda bizi sürdürülebilir motivasyon anlamında da destekleyecektir.
    Bu anlayış aynı zamanda bireyin kendisine şefkatle yaklaşmasına da vesile olur. Başarıya giden yolda çoğu zaman bizi yolda tutacak şeylerden biri disiplin olduğu kadar sabrın, öz saygının ve kendini olduğu gibi kabul etmenin de geri kalır yanı olduğunu düşünmüyorum. Geleceği yalnızca planlayan değil, yaşayan biri olmak için eylemin ruhuyla, anda kalabilmekle ve içten gelen bir çabayla ilerlemek gerekir.
    Miguel Ruiz’in “Dört Anlaşma”sı, sadece kişisel gelişim rehberi olmamakla birlikte aynı zamanda kişiye bir gelecek vizyonu sunar. Çünkü bireyin iç dünyasında sebep olduğu dönüşümler kolektif bilinçte karşılık bulur. Sözlerimiz, algılarımız, varsayımlarımız ve çabamız geleceği şekillendiren görünmez müteahhitler gibidir.
    “Sen bugün hangi anlaşmayı gözden geçirmeye hazırsın?”

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Sosyal Medyada Paylaş

Popüler Yazılar

Bunları da sevebilirsiniz
Bunları da sevebilirsiniz

Bir kahve molasında satılan dostluklar

ChatGPT: İş hayatında insanı en çok yıpratan şey, uzun mesailer ya da düşük maaşlar değil; aynı hedef için omuz omuza çalıştığı bir arkadaşının bir gün sırtını dönmesidir. Çünkü ihanet, sadece bir güveni değil, insanın iç dengesini de yıkar. Kısa vadede kazandırıyor gibi görünse de, uzun vadede itibar kaybı kaçınılmazdır; zira iş dünyası küçük bir ekosistemdir ve “güvenilmez” damgası bir kez vuruldu mu silinmez. Üstelik ihanet sadece kurbanı değil, kurumu da zehirler: Güvenin olmadığı yerde cesaret, yaratıcılık ve bağlılık barınamaz. Adil ve şeffaf olmayan ortamlarda ihanet kök salar, sadakat ise susar. Oysa gerçek başarı, başkasının sırtına basarak değil, birlikte yükselerek kazanılır. Çünkü hiçbir unvan, dostluğu satmanın bıraktığı gölgeyi silemez; ihanet eden sonunda yalnız kalır, kazandığını sandığı her şeyin aslında kayıp olduğunu çok geç anlar. İş dünyasında en değerli sermaye ne para ne güçtür — güven ve itibardır, ve onu kaybeden gerçekte her şeyini kaybeder.

Kendimizi geçmek, Trafikteki araçları geçmek gibi değil

Hayatta başarıyı çoğu zaman yanlış tanımlıyoruz; sanki mesele, başkalarını sollayıp varış çizgisine önce ulaşmakmış gibi. Oysa hayat bir yarış pisti değil, sabırla geçilmesi gereken uzun bir trafik akışı ve bu trafikteki tek rakibimiz, dünkü halimiz. Toplum bize hep “daha hızlı, daha çok, daha önde ol” diyor ama asıl soru şu olmalı: “Ben bugün, dünün ben’inden daha mı iyiyim?” Kendini geçmek; büyük zaferler kazanmak değil, küçük alışkanlıkları dönüştürmektir — dün ertelediğini bugün yapabilmek, öfkelendiğin yerde susabilmek ya da kendine bir bardak su fazla içirebilmektir. Başkalarıyla kıyaslandığında sonuç hep huzursuzluk olur, çünkü bu yarışın sonu yoktur. Gerçek başarı, kendi gölgeni geçebildiğin o küçük ama anlamlı anlarda gizlidir. Çünkü insan, başkalarını değil, kendi sınırlarını aştığında özgürleşir.

Transpersonel liderlikte güven: Ruhsal bilinç ile kurulan ekipler

Transpersonel liderlik, liderliği yalnızca hedefler ve performansla sınırlamayıp, ekibin bilinç, ruhsal denge ve kolektif uyumunu da gözeten bir anlayıştır. Bu liderlik türü, çalışanları birer “kaynak” değil, potansiyelleri ve sezgileriyle bir bütün olarak görür. Uruguay eski başkanı Jose Mujica, mütevazı yaşam tarzı, şeffaflığı ve toplumsal faydayı merkeze alan yaklaşımıyla bu liderlik anlayışının canlı bir örneğidir. Transpersonel lider için güven, bir strateji değil, ruhsal bir sorumluluktur; çünkü güven, hem ekip enerjisinin hem de kolektif bilincin temelini oluşturur. Şirketlerde güvenli bir ortam yaratmak, çalışanların içsel motivasyonlarını, yaratıcılıklarını ve bağlılıklarını artırır. Ancak güven zedelendiğinde, liderin görevi hatalarını fark etmek, şeffaflıkla iletişim kurmak ve tutarlılıkla güveni yeniden inşa etmektir. Dürüstlük, empati, adalet ve bilinçli iletişim, transpersonel liderin en güçlü araçlarıdır. Gerçek liderlik, sadece sözlerle değil, varlığıyla güven veren bir enerji alanı yaratabilmektir.

Müşteri sadakati mi, maliyet mi? İade süreçlerinin marka imajına etkisi

Alışveriş artık yalnızca ürün almak değil, markayla kurulan ilişkinin bir parçası. Bu ilişkinin en kritik aşaması ise iade süreci. Çünkü iade, bir markanın müşterisine gerçekten ne kadar değer verdiğini gösteren sınavdır. Müşteri açısından kolay ve destekleyici bir iade süreci, güven ve sadakat duygusunu pekiştirirken; markalar için bu süreç, kısa vadede maliyet yaratsa da uzun vadede güçlü bir imaj ve sadık müşteri kitlesi kazandırır. Zorlaştırılan iade politikaları ise kaliteyi gölgede bırakır, olumsuz deneyimler hızla yayılır. Dolayısıyla asıl mesele “maliyet mi, sadakat mi?” değil; “bugünü mü kurtaracağız, geleceğe mi yatırım yapacağız?” sorusudur. Çünkü markalar bilir ki güven, iade sürecinde kazanılır ve bir kez kaybedildiğinde hiçbir reklam bütçesiyle geri alınamaz.