Başarı birincilik anlamına gelmez, 18. Fil olmak yeterlidir…

Tarih

Günümüz iş dünyasında finanstan pazarlamaya, üretimden vergiye, tedarik zincirinden insan kaynaklarına uzanan sayısız sorunla başa çıkmak her geçen gün zorlaşıyor. Bu sorunlar için sermaye ve fiyat enstrümanları denendi, işe yaramadı. Bilgi ve insan denendi, yeterli olmadı. Son çare olmasa da teknolojiye dört elle sarılanlar da denizin bittiği yerde olduklarını gördüler.
Oysa kadim bilgelikten yararlanmayı akıl edenler için çözüm, 18. Fil alegorisi ile önlerinde duruyor. Mütevazi olup “en” olmaktan vazgeçer de 18. Fil olmanın sırrına erebilirseniz engelleri aşar, yolunuza devam edersiniz.

Hangi sektörde olursanız olun, yaptığınız işten bağımsız finanstan pazarlamaya, üretimden vergiye, tedarik zincirinden insan kaynaklarına sayısız sorun ile mücadele etmek zaman zaman kişiyi aşıyor. Bedelleri de ya başarısızlık ya da kişinin sağlığı ile ödeniyor. Para kaybetmek ise her koşulda kaçınılmaz oluyor.
Bir çoğumuz kendimizi iyi sanıyoruz, “iyi olduğumuzu” türlü yollar ve yöntemler ile de kanıtlamaya çalışıyoruz ama kendimizi kandırmaktan öte geçemiyoruz. Daha şık giyinmek, daha iyi otomobiller edinmek, daha albeni yerlerde yemekler tüketmek yetmiyor. Çünkü içteki sorunlar, üzerleri örtülse de orada duruyor.
Ülke ekonomisinin makrolarından hangisini ele alsak sorunlar dağ gibi. Herkes ilk aklına geleni “çözüm” sanıyor, metodoloji de neredeyse onlarca yıldır “deneme-yanılma” ötesine geçmiyor. Oysa dünyanın dolayısıyla da iş dünyasının yaşadıkları “perşembenin gelişi çarşambadan belli” tadında değil mi?.
Endüstri Devrimi buharla gelen bir müjdeydi, bunu Endüstri 2.0 ve Endüstri 3.0 izledi, Endüstri 4.0 ile taçlandı. Başımız göğe erdi mi? Yanıt kocaman bir “hayır” oldu, olmaya da devam ediyor. Dünyayı ileri götürdüğü düşünülen bu değişimler yaşanırken kaba hesapla 250 yıl yani çeyrek milenyum geride kaldı. Bu çağa Antroposen Çağ adı verildi.
Antroposen Çağ insanlığın tükenişi (midir?)
Antroposen Dönemi, insan faaliyetinin gezegenin iklimi ve ekosistemleri üzerinde önemli ancak ne yazık ki olumsuz yönde bir etkiye sahip olmaya başladığı, dünya tarihinin en yakın dönemini tanımlamak için kullanılan, resmi olmayan bir jeolojik zaman birimidir. Bu dönem günümüzde de sürüyor. Birçok açıdan bakıldığında görülen çöküş, giderek de tükeniş halini alıyor. Sürdürülebilirlik arayışları ve çağrıları da işte bu yüzden her geçen gün çığ gibi büyüyor.
İnsan formuna yakın ilk ve en eski canlının 4,5 milyar yıllık geçmişi olan dünyada yaşamaya başlamasından bu yana 10 milyon yıl geçti. Bu konudaki zaman kavramını daha iyi kavramak için Miocene (günümüzdenb 10-6,5 milyon yıl öncesi) > Pliocene (6,5-3 ) > Pleistocene (3-0m yani 3 milyon yıl öncesinden günümüze) çağları ve dönemlerini hatırlayalım.
Antropocene ise “günümüz” diyebileceğimiz kadar yakın bir zaman dilimi ve “görece çok kısa” bir dönem. Ama dünyanın canını okumak için yetti de arttı bile! İnsan türü, bu süreye dünya var olduğundan bu yana verilebilecek her türlü zararı katlayarak vermeyi sığdırdı. Sayısız türü yok etti, doğal yaşamdaki dengeleri bozdu, yeraltı kaynaklarını fosil yakıtları elde etmek için boşalttı, havayı kirletti atmosferi yok olma noktasında kirletti, su varlığının büyük bölümünü de insan tüketimine uygun olmayan bir hale getirdi, toprağı yok saydı yok olması için bir tür katliam yaptı. Var olanı yok ederken öte yandan var olmayanı yaratmak için genetiği ile oynanmış organizmalar için seferber oldu.
Zamanın daraldığının resmidir…
Süreci bir başka açıdan daha iyi anlamak için, tıpkı sosyo-politik açıdan Doğu-Batı veyahut da sosyo ekonomik açıdan Kuzey-Güney kutuplaşmasındaki gibi kent ile kırsal kesimler arasındaki çekişme ve çatışmaya, nelerin ne zaman yaşandığına kısaca göz atalım:

  1. Finans dünyasında ve tarım alanındaki değişimler > 180 yıl (1600-1780)
  2. Sanayi Devrimi > 100 yıl (1780-1880)
  3. Teknolojideki değişimler > 60 yıl (1880-1940)
  4. Bilimsel çalışmalar ve teknolojideki yenilikler > 45 yıl (1940-1985)
  5. Bilgi çağı ve iletişim alanındaki değişimler > 30 yıl (1985–2015)
  6. Bilişim sonrası teknolojinin varsayımsal evresi ve devrimler (2015 sonrası)
    İşte bu 6. Evre’nin ne zaman tamamlanacağı ya da sona ereceği konusunda 2035 yılına (> 20 yıl) işaret edenler çoğunlukta. Ben de bunlardan biriyim. Önümüzdeki 10 küsur yıl hiç olmadığı kadar kritik. Bizi neyin beklediğini bu kısa sürede görüp anlayacağız ama şu aşamada kırmızı uyarı ışıklarının sürekli olarak yanıp söndüğünü de unutmamalıyız.
    Amaç “daha iyi” ve “daha güzel” değil miydi? Evet, başlangıçta amaç buydu ama hedeften sapıldı ya da toplumsal bir sapıtma hali egemen oldu. Amaçlar araç haline geldi. Hedefler “yaşam tarzı” ile özdeş tutuldu. Yenilen yemekler, binilen otomobiller, gidilen yerler maksadı aşan ölçüde yüceltildi, kimi kesimlerde totem haline geldi! Yapay Zeka mevzuunu ödev yapma seviyesine indirgemeyi seçtik. Görkemli sunumlar ile dijital dünya nimetlerini sergilemeyi marifet kabul ettik. Oysa ne bir online toplantı platformu geliştirdik, ne bir derde derman bulduk. Mevcudu yağlamayı seçtik, sorumsuzca tüketmeyi ve bunu da süreklilik gibi sonu olmayan bir anlayışa gözümüzü bile kırpmadan feda ettik. Çözüm aramadık, çare bulmadık, ileri yönelmedik, önümüzü görmedik, “bizden sonrası var” demedik. Günü tüketme telaşı için kadim bilgilere bakmadık. Kendimizi tükettiğimizin farkına bile varmadık.
    Kim 18. Olmak ister?
    Çok çarpıcı bir alegori barındıran 18. Fil, yazı ile onsekizinci fil, sürdürülebilirlik açısından eşi benzeri olmayan bir örnektir. Açıklıkla yazmak gerekirse de günümüz dünyasında “birinci” ya da “en büyük” veyahut “en başarılı” olmanın peşindekiler için “onsekizince olmak nedir ya?” tepkisine de sebep olacaktır. Büyük ölçüde haklılardır. Herkes inatla “No.1” olmak isterken, ikinciliğe ya da “ilk üçe” bile tahammülleri yokken yazıya da yön veren onsekincilik nedir ya’hu? Ne demektir 18. Fil olmak? Fil olmak sorun çözmek demektir. Hint kültürü kaynaklıdır. Filin en değerli varlık olduğu bir toplumun bilgeliğidir.
    Hindistan’da bir adam, ölmek üzereyken üç oğlunu çağırıp, vasiyetini söylemiş. “Evlatlarım, biliyorsunuz 17 filim var, bunlar artık sizin!” Babalarının mirası hepsini heyecanlandırmış. Yaşamlarının sonuna kadar filleri çalıştırıp rahat bir yaşam sürmenin hayallerini kurmaya başlamışlar. Baba, biraz da zorlukla nefes alarak sözünü sürdürmüş. “Yarısı büyük oğlumun, üçte biri ortancanın, dokuzda biri de en küçük kardeşin” demiş ve son nefesini vermiş. Geride göz yaşı döken 17 fil ile sevinçli üç çocuk bırakmış. Filler işlerine devam etmiş, ama çocuklar birbirine düşmüş. Miras kalan 17 filin bir türlü yarısını hesaplayamıyorlar, üçte birini bulamıyorlar ve dokuzda birini alamıyorlarmış. Kavgaları, kopardıkları kıyamet könce köye ardından da çevreye yayılmış. Tesadüfen o günlerde yaşlı bir bilge filinin sırtında köyden geçerken, durumdan haberdar olmuş. Köy halkı da iyice bıktıkları bu duruma çare bulması için yalvarmaya başlamış. Büyük bir sükûnet için mirasçı çocukları davet etmiş köy meydanına. Durumu bir de onların ağzından dinlemiş. Yine olanca sakinliği ile “kavga etmeyin” demiş, “benim filimi de alın, paylaşın”. Bu hiç kimsenin beklemediği bir öneri olarak mirasçı çocukları da, köy halkını da çok heyecanlanmış. Hiç tanımadıkları biri gelip, aylardır sürüncemedeki meselenin halli için kendi filini, en değerli varlığı hiç tereddür etmeden ortaya koyması hiç kimsenin alışık olmadığı bir durummuş.
    Yaşlı bilgi, meydana getirilen 17 filin yanına kendininki de katmış. “Kaç fil var?” diye sormuş, “onsekiz” yanıtını almış. Mirasçıların en büyük olanına “yarısı kaçtır?” diye sormuş, “dokuz” yanıtını duyunca da “al git 9 fili” demiş. Sonra ortanca olana sormuş, “üçte biri kaç fildir?”. “Altı fil” yanıtı gelince, “al gir 6 filini” demiş. Küçük olan heyecanla sıranın kendisine gelmesi beklerken yaşlı bilge sorusunu sormuş. “dokuzda birkaç fildir?”. Yanıt anında gelmiş; “iki fildir”. “Doğru” demiş yaşlı bilge, “üçünüzde sorularıma doğru yanıtlar verdiniz. Babanızın vasiyet ettiği fillerinize kavuştunuz” demiş.
    Ağır adımlarda ortada duran, kimsenin el sürmediği, köye gelirken bindiği onsekizince file yürümüş. Mirasçıların ve köy halkının şaşkın bakışları altında 18. Fil’in, en başından beri kendisinin olan filin sırtında uzaklaşmış.
    Kıssadan hisse
    Meseleleri göründüğü gibi ele alanların kuyruğunu kovalayan kediden farkı kalmaz. Farklı bakış açısı, daha da önemlisi çözüm odaklı vizyon için kişinin farkındalık sergilemek gerekir.
    Dilerseniz hesabı gözden geçirelim;
    17+1 = 18 Fil
    18/2 = 9 fil (büyük oğlunun payı)
    18/3 = 6 fil (ortancanın payı)
    18/9 = 2 fil (küçük kardeşin payı)
    18 – 9 – 6 – 2 = 1 fil > yaşlı bilgenin fili yani 18. Fil
    İnsanlar sorun üretenleri değil, sorunlara çözüm üretenleri izler, liderlerin peşinden giderler. Yapıcı olan her zaman kazanır. Kazanmak için gereken birincilik değil, 18. Fil olmak yeterlidir!

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Sosyal Medyada Paylaş

Popüler Yazılar

Bunları da sevebilirsiniz
Bunları da sevebilirsiniz

Vücudunuzu iyi tanıyor musunuz? Değerini biliyor musunuz onun?

Vücudumuzda pek çok organ vardır. Kalp, ciğer, böbrek v.s. Hepsi de önemli ve değerlidir. Özde bu organların hepsi et parçası olsa da hepsinin ayrı bir değeri vardır. Bu organların kimine irademiz ile yön verebilir, kimisine de veremeyiz.Tıpkı bir şirketin yönetim birimleri gibi. Her birim doğru çalıştığında şirkete yarar sağlayan bir organdır. Ama doğru çalıştığında! Dil de irademizle yön verebildiğimiz bir organdır. Nedir Dil? Bir et parçası. Dil’i kullanmak ise beyin ve akıl ister. Beyin de bir et parçasıdır aslında. Onu kullanma yeteneğine ise akıl denir. Dil ve dilin önemi ile ilgili pek çok atasözü ve deyim vardır Türkçe’de. "Dil mi güzel, dilber mi güzel?", “Dil’in kemiği yoktur.” v.s. Toplum olarak dilimizi doğru ve güzel kullanma konusunda çok kötüyüz. Doğru ve temiz Türkçe konuşma konusunda tam bir felaket olduğumuz bir gerçek. Özellikle 80’li yıllarda artan dezenformasyon günümüzde Nirvana’ya ulaştı. Bırakın temiz Türkçe konuşmayı, Türkçe konuşmayı beceremez olduk. Dilimizden, edebiyattan, zerafetten çok uzağız.Bir de işin öteki boyutu var. Güzel konuşmak. Düşünerek konuşmak. Lafını tartarak konuşmak.Bu konuda da felaketiz toplum olarak. Günlük yaşamın içinde sıkça görüyor bu. Sevgisizliğimiz konuşmamıza yansıyor. Şirketlerde de bu olay çokça var. Yöneticilerin çalışanlarla konuşurken kullandıkları dil çok önemli. Her çalışan faklı bir kültürdür çünkü. Yanlış kullanılan dil çalışanının psikolojisini ve verimliliğini olumsuz olarak etkileyebilir. Geçtiğimiz günlerde Cumhuriyetin 100. yılı şerefine piyanist ve besteci Fazıl Say tarafından bir marş yazıldı. 100. Yıl Marşı. Elbette ki bu eseri beğenen de beğenmeyen de oldu. Bu çok normal. Ama ortada bir gerçek vardı. Emek. Bu eserin yazımı için saatlerce, günlerce çalışıldı. Düşünüldü. Orkestra ve koro provaları yapıldı. Kayıt yapıldı. Her biri ayrı bir emekti. Ne yazık ki özellikle sosyal medyada bu eseri kötü bir dille eleştiren çok oldu. Düşünelim şimdi. Toplumumuzun en büyük eksikliklerinden biri nedir? Sevgisizlik. Bir insanı, dünya görüşünü, davranışlarını sevmeyebilirsiniz. Sevmek zorunda da değilsiniz. Ortaya koyduğu eseri de beğenmeyebilirsiniz. Bu çok normal. Peki emeğe saygısızlık nedir? Bu ülke en çok emeğe saygısızlıktan kaybetmiyor mu yıllardır? Çocuğunuz yıllarca üniversite okudu, yüksek lisans, master, doktora yaptı ama işsiz. Alanınızda uzmansınız, yurt dışı tecrübeniz var, çift yabancı diliniz var, ama iki kelimeyi yan yanagetiremeyen adam müdür. Tıp literatürüne geçmiş buluşlarınız, ameliyatlarınız var ama kendi ülkenizde ikinci sınıf vatandaş durumundasınız. Bunlar emeğe saygısızlık değil mi? Sevin birbirinizi. Saygı gösterin emeğe. Size yapılmasını istemediğiniz şeyi başkasına yapmayın. Güzel şeyler söylesin diliniz. Sevgisizlik en kötü şeydir.

Bir kahve molasında satılan dostluklar

ChatGPT: İş hayatında insanı en çok yıpratan şey, uzun mesailer ya da düşük maaşlar değil; aynı hedef için omuz omuza çalıştığı bir arkadaşının bir gün sırtını dönmesidir. Çünkü ihanet, sadece bir güveni değil, insanın iç dengesini de yıkar. Kısa vadede kazandırıyor gibi görünse de, uzun vadede itibar kaybı kaçınılmazdır; zira iş dünyası küçük bir ekosistemdir ve “güvenilmez” damgası bir kez vuruldu mu silinmez. Üstelik ihanet sadece kurbanı değil, kurumu da zehirler: Güvenin olmadığı yerde cesaret, yaratıcılık ve bağlılık barınamaz. Adil ve şeffaf olmayan ortamlarda ihanet kök salar, sadakat ise susar. Oysa gerçek başarı, başkasının sırtına basarak değil, birlikte yükselerek kazanılır. Çünkü hiçbir unvan, dostluğu satmanın bıraktığı gölgeyi silemez; ihanet eden sonunda yalnız kalır, kazandığını sandığı her şeyin aslında kayıp olduğunu çok geç anlar. İş dünyasında en değerli sermaye ne para ne güçtür — güven ve itibardır, ve onu kaybeden gerçekte her şeyini kaybeder.

Kendimizi geçmek, Trafikteki araçları geçmek gibi değil

Hayatta başarıyı çoğu zaman yanlış tanımlıyoruz; sanki mesele, başkalarını sollayıp varış çizgisine önce ulaşmakmış gibi. Oysa hayat bir yarış pisti değil, sabırla geçilmesi gereken uzun bir trafik akışı ve bu trafikteki tek rakibimiz, dünkü halimiz. Toplum bize hep “daha hızlı, daha çok, daha önde ol” diyor ama asıl soru şu olmalı: “Ben bugün, dünün ben’inden daha mı iyiyim?” Kendini geçmek; büyük zaferler kazanmak değil, küçük alışkanlıkları dönüştürmektir — dün ertelediğini bugün yapabilmek, öfkelendiğin yerde susabilmek ya da kendine bir bardak su fazla içirebilmektir. Başkalarıyla kıyaslandığında sonuç hep huzursuzluk olur, çünkü bu yarışın sonu yoktur. Gerçek başarı, kendi gölgeni geçebildiğin o küçük ama anlamlı anlarda gizlidir. Çünkü insan, başkalarını değil, kendi sınırlarını aştığında özgürleşir.

Transpersonel liderlikte güven: Ruhsal bilinç ile kurulan ekipler

Transpersonel liderlik, liderliği yalnızca hedefler ve performansla sınırlamayıp, ekibin bilinç, ruhsal denge ve kolektif uyumunu da gözeten bir anlayıştır. Bu liderlik türü, çalışanları birer “kaynak” değil, potansiyelleri ve sezgileriyle bir bütün olarak görür. Uruguay eski başkanı Jose Mujica, mütevazı yaşam tarzı, şeffaflığı ve toplumsal faydayı merkeze alan yaklaşımıyla bu liderlik anlayışının canlı bir örneğidir. Transpersonel lider için güven, bir strateji değil, ruhsal bir sorumluluktur; çünkü güven, hem ekip enerjisinin hem de kolektif bilincin temelini oluşturur. Şirketlerde güvenli bir ortam yaratmak, çalışanların içsel motivasyonlarını, yaratıcılıklarını ve bağlılıklarını artırır. Ancak güven zedelendiğinde, liderin görevi hatalarını fark etmek, şeffaflıkla iletişim kurmak ve tutarlılıkla güveni yeniden inşa etmektir. Dürüstlük, empati, adalet ve bilinçli iletişim, transpersonel liderin en güçlü araçlarıdır. Gerçek liderlik, sadece sözlerle değil, varlığıyla güven veren bir enerji alanı yaratabilmektir.