Kendini Patron Zanneden Beyaz Yaka Yöneticiler

Tarih

Günümüzün modern iş dünyasında, özellikle beyaz yaka sektöründe, giderek artan bir sorunla karşı karşıyayız: Kendini patron zanneden yöneticiler. Bu tip yöneticiler, sahip oldukları unvanın verdiği güçle, çalışanlarına karşı üstünlük taslamaktan ve onları adeta kendi kişisel hizmetkârları gibi görmekten çekinmiyorlar. Ne yazık ki, bu tarz bir yönetim anlayışı, çalışma ortamını zehirlemekten ve verimliliği düşürmekten başka bir işe yaramıyor.
Kendini patron hisseden beyaz yaka yöneticilerin en göze çarpan ve rahatsız edici özelliklerinden biri, astlarına karşı saygısız ve küçümseyici bir tutum sergilemeleridir. Bu kişiler, çalışanlarının fikirlerine, önerilerine ve geri bildirimlerine kulak asmak yerine, her zaman kendi dediklerinin doğru ve mutlak olduğunu düşünürler. Eleştiriye kapalıdırlar ve farklı görüşlere tahammül edemezler. Astlarını azarlamaktan, bağırmaktan ve hatta aşağılamaktan çekinmezler. Bu tür davranışlar, çalışanların motivasyonunu ve özgüvenini düşürür, iş yerinde gergin ve toksik bir atmosfer yaratır.
Bu tip yöneticilerin bir diğer can sıkıcı özelliği de, çalışanlarının özel hayatına müdahale etmeye çalışmalarıdır. Mesai saatleri dışında bile astlarını arayıp iş ile ilgili talepler de bulunabilirler. Çalışanlarının izin günlerinde, tatillerinde veya hatta hastalık durumlarında bile onları rahatsız etmekten çekinmezler. Kendileri için iş ve özel hayat ayrımı yoktur ve astlarından da aynı şeyi beklerler. Bu durum, çalışanların özel hayatlarını olumsuz etkiler, ailevi ve kişisel ilişkilerini zedeler ve iş-yaşam dengesini altüst eder.
Kendini patron zanneden yöneticiler, genellikle kendi hatalarını ve eksikliklerini kabul etmekte zorlanırlar. Bir şeyler ters gittiğinde veya başarısızlık yaşandığında, suçu hemen astlarına yıkmaya çalışırlar. Kendi yetersizliklerini ve beceriksizliklerini görmezden gelirler ve sorumluluk almaktan kaçınırlar. Bu durum, çalışanların sürekli olarak baskı ve stres altında hissetmelerine, hata yapmaktan korkmalarına ve inisiyatif almaktan çekinmelerine neden olur. Yaratıcılık, inovasyon ve problem çözme becerileri için gerekli olan özgür ve destekleyici düşünce ortamı yok edilir.
Bu tarz yöneticilerin yol açtığı bir başka ciddi sorun da, çalışanlar arasında ayrımcılık ve kayırmacılık yapmalarıdır. Kendi çıkarlarına hizmet eden, yalakalık ve dalkavukluk yapan astlarını kayırırken, diğerlerini görmezden gelir veya aktif olarak sabote ederler. Liyakate, eşitliğe ve adalete dayalı bir çalışma ortamı sağlamak yerine, kendi egolarını tatmin etmeye odaklanırlar. Bu durum, çalışanlar arasında huzursuzluk, çatışmalar ve moral bozukluğuna yol açar. Ekip ruhu, işbirliği ve güven duygusu zedelenir.
Kendini patron hisseden beyaz yaka yöneticiler, aslında kendi komplekslerini, yetersizliklerini ve güvensizliklerini astlarına yansıtmaktadırlar. Gerçek bir lider olmak, çalışanlarını motive etmek, geliştirmek ve desteklemek yerine, sahip oldukları unvanın arkasına sığınarak güç gösterisi yapmaya çalışırlar. Ancak bu kısa görüşlü ve bencil tavır, uzun vadede işletmelere ciddi zararlar vermektedir. Çalışanların motivasyonunu, bağlılığını ve iş tatminini düşüren, yaratıcılığı ve verimliliği engelleyen bu tarz yöneticilerin varlığı, günümüz iş dünyasının en büyük sorunlarından biridir.
İşletmeler, kendini patron zanneden beyaz yaka yöneticilere karşı sert bir duruş sergilemeli ve gerçek liderliği teşvik etmelidir. Çalışanlarına değer veren, onların fikirlerine ve katkılarına saygı duyan, şeffaf ve adil bir yönetim anlayışı benimseyen liderler, uzun vadede sürdürülebilir başarıyı getirecektir. Astlarını küçümseyen, baskı kuran, ayrımcılık yapan ve toksik bir çalışma ortamı yaratan yöneticiler ise, işletmelerin gelişmesinin ve büyümesinin önündeki en büyük engeldir.
Bu nedenle, modern ve insana değer veren bir yönetim anlayışının benimsenmesi, hem çalışanların refahı hem de işletmelerin başarısı açısından hayati önem taşımaktadır. Şirketler, yönetici seçme ve terfi süreçlerinde, adayların sadece teknik becerilerine değil, aynı zamanda liderlik, iletişim ve duygusal zekâ gibi yumuşak becerilerine de odaklanmalıdır. Düzenli olarak yönetici performanslarını değerlendirmeli, geri bildirim sağlamalı ve gerektiğinde iyileştirici önlemler almalıdır. Eğitim ve koçluk programları ile yöneticilerin kişisel gelişimini desteklemeli, empati, aktif dinleme ve çatışma çözme gibi becerileri geliştirmelerine yardımcı olmalıdır.
Ancak tüm bu çabalara rağmen, bazı yöneticiler değişime dirençli olabilir ve toksik davranışlarına devam edebilir. Bu durumda, işletmeler kararlı bir şekilde harekete geçmeli ve gerekirse bu tür yöneticilerle yollarını ayırmalıdır. Kısa vadeli sonuçlar yerine, uzun vadeli kurumsal kültürü ve çalışan memnuniyetini önceliklendirmelidir.
Kendini patron zanneden beyaz yaka yöneticiler, çalışma hayatının en büyük kabuslarından biridir. Ancak bu sorunu görmezden gelmek veya tolere etmek yerine, işletmeler proaktif bir şekilde harekete geçmeli ve sağlıklı bir yönetim kültürü oluşturmalıdır. Çalışanlarına değer veren, onları dinleyen ve destekleyen liderler yetiştirmek, sadece etik bir zorunluluk değil, aynı zamanda uzun vadeli başarı ve sürdürülebilirlik için de bir gerekliliktir. Unutulmamalıdır ki, bir işletmenin en değerli varlığı insanlarıdır ve onlara yapılan yatırım, geleceğe yapılan en akıllı yatırımdır.

1 Yorum

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Sosyal Medyada Paylaş

Popüler Yazılar

Bunları da sevebilirsiniz
Bunları da sevebilirsiniz

Vücudunuzu iyi tanıyor musunuz? Değerini biliyor musunuz onun?

Vücudumuzda pek çok organ vardır. Kalp, ciğer, böbrek v.s. Hepsi de önemli ve değerlidir. Özde bu organların hepsi et parçası olsa da hepsinin ayrı bir değeri vardır. Bu organların kimine irademiz ile yön verebilir, kimisine de veremeyiz.Tıpkı bir şirketin yönetim birimleri gibi. Her birim doğru çalıştığında şirkete yarar sağlayan bir organdır. Ama doğru çalıştığında! Dil de irademizle yön verebildiğimiz bir organdır. Nedir Dil? Bir et parçası. Dil’i kullanmak ise beyin ve akıl ister. Beyin de bir et parçasıdır aslında. Onu kullanma yeteneğine ise akıl denir. Dil ve dilin önemi ile ilgili pek çok atasözü ve deyim vardır Türkçe’de. "Dil mi güzel, dilber mi güzel?", “Dil’in kemiği yoktur.” v.s. Toplum olarak dilimizi doğru ve güzel kullanma konusunda çok kötüyüz. Doğru ve temiz Türkçe konuşma konusunda tam bir felaket olduğumuz bir gerçek. Özellikle 80’li yıllarda artan dezenformasyon günümüzde Nirvana’ya ulaştı. Bırakın temiz Türkçe konuşmayı, Türkçe konuşmayı beceremez olduk. Dilimizden, edebiyattan, zerafetten çok uzağız.Bir de işin öteki boyutu var. Güzel konuşmak. Düşünerek konuşmak. Lafını tartarak konuşmak.Bu konuda da felaketiz toplum olarak. Günlük yaşamın içinde sıkça görüyor bu. Sevgisizliğimiz konuşmamıza yansıyor. Şirketlerde de bu olay çokça var. Yöneticilerin çalışanlarla konuşurken kullandıkları dil çok önemli. Her çalışan faklı bir kültürdür çünkü. Yanlış kullanılan dil çalışanının psikolojisini ve verimliliğini olumsuz olarak etkileyebilir. Geçtiğimiz günlerde Cumhuriyetin 100. yılı şerefine piyanist ve besteci Fazıl Say tarafından bir marş yazıldı. 100. Yıl Marşı. Elbette ki bu eseri beğenen de beğenmeyen de oldu. Bu çok normal. Ama ortada bir gerçek vardı. Emek. Bu eserin yazımı için saatlerce, günlerce çalışıldı. Düşünüldü. Orkestra ve koro provaları yapıldı. Kayıt yapıldı. Her biri ayrı bir emekti. Ne yazık ki özellikle sosyal medyada bu eseri kötü bir dille eleştiren çok oldu. Düşünelim şimdi. Toplumumuzun en büyük eksikliklerinden biri nedir? Sevgisizlik. Bir insanı, dünya görüşünü, davranışlarını sevmeyebilirsiniz. Sevmek zorunda da değilsiniz. Ortaya koyduğu eseri de beğenmeyebilirsiniz. Bu çok normal. Peki emeğe saygısızlık nedir? Bu ülke en çok emeğe saygısızlıktan kaybetmiyor mu yıllardır? Çocuğunuz yıllarca üniversite okudu, yüksek lisans, master, doktora yaptı ama işsiz. Alanınızda uzmansınız, yurt dışı tecrübeniz var, çift yabancı diliniz var, ama iki kelimeyi yan yanagetiremeyen adam müdür. Tıp literatürüne geçmiş buluşlarınız, ameliyatlarınız var ama kendi ülkenizde ikinci sınıf vatandaş durumundasınız. Bunlar emeğe saygısızlık değil mi? Sevin birbirinizi. Saygı gösterin emeğe. Size yapılmasını istemediğiniz şeyi başkasına yapmayın. Güzel şeyler söylesin diliniz. Sevgisizlik en kötü şeydir.

Bir kahve molasında satılan dostluklar

ChatGPT: İş hayatında insanı en çok yıpratan şey, uzun mesailer ya da düşük maaşlar değil; aynı hedef için omuz omuza çalıştığı bir arkadaşının bir gün sırtını dönmesidir. Çünkü ihanet, sadece bir güveni değil, insanın iç dengesini de yıkar. Kısa vadede kazandırıyor gibi görünse de, uzun vadede itibar kaybı kaçınılmazdır; zira iş dünyası küçük bir ekosistemdir ve “güvenilmez” damgası bir kez vuruldu mu silinmez. Üstelik ihanet sadece kurbanı değil, kurumu da zehirler: Güvenin olmadığı yerde cesaret, yaratıcılık ve bağlılık barınamaz. Adil ve şeffaf olmayan ortamlarda ihanet kök salar, sadakat ise susar. Oysa gerçek başarı, başkasının sırtına basarak değil, birlikte yükselerek kazanılır. Çünkü hiçbir unvan, dostluğu satmanın bıraktığı gölgeyi silemez; ihanet eden sonunda yalnız kalır, kazandığını sandığı her şeyin aslında kayıp olduğunu çok geç anlar. İş dünyasında en değerli sermaye ne para ne güçtür — güven ve itibardır, ve onu kaybeden gerçekte her şeyini kaybeder.

Kendimizi geçmek, Trafikteki araçları geçmek gibi değil

Hayatta başarıyı çoğu zaman yanlış tanımlıyoruz; sanki mesele, başkalarını sollayıp varış çizgisine önce ulaşmakmış gibi. Oysa hayat bir yarış pisti değil, sabırla geçilmesi gereken uzun bir trafik akışı ve bu trafikteki tek rakibimiz, dünkü halimiz. Toplum bize hep “daha hızlı, daha çok, daha önde ol” diyor ama asıl soru şu olmalı: “Ben bugün, dünün ben’inden daha mı iyiyim?” Kendini geçmek; büyük zaferler kazanmak değil, küçük alışkanlıkları dönüştürmektir — dün ertelediğini bugün yapabilmek, öfkelendiğin yerde susabilmek ya da kendine bir bardak su fazla içirebilmektir. Başkalarıyla kıyaslandığında sonuç hep huzursuzluk olur, çünkü bu yarışın sonu yoktur. Gerçek başarı, kendi gölgeni geçebildiğin o küçük ama anlamlı anlarda gizlidir. Çünkü insan, başkalarını değil, kendi sınırlarını aştığında özgürleşir.

Transpersonel liderlikte güven: Ruhsal bilinç ile kurulan ekipler

Transpersonel liderlik, liderliği yalnızca hedefler ve performansla sınırlamayıp, ekibin bilinç, ruhsal denge ve kolektif uyumunu da gözeten bir anlayıştır. Bu liderlik türü, çalışanları birer “kaynak” değil, potansiyelleri ve sezgileriyle bir bütün olarak görür. Uruguay eski başkanı Jose Mujica, mütevazı yaşam tarzı, şeffaflığı ve toplumsal faydayı merkeze alan yaklaşımıyla bu liderlik anlayışının canlı bir örneğidir. Transpersonel lider için güven, bir strateji değil, ruhsal bir sorumluluktur; çünkü güven, hem ekip enerjisinin hem de kolektif bilincin temelini oluşturur. Şirketlerde güvenli bir ortam yaratmak, çalışanların içsel motivasyonlarını, yaratıcılıklarını ve bağlılıklarını artırır. Ancak güven zedelendiğinde, liderin görevi hatalarını fark etmek, şeffaflıkla iletişim kurmak ve tutarlılıkla güveni yeniden inşa etmektir. Dürüstlük, empati, adalet ve bilinçli iletişim, transpersonel liderin en güçlü araçlarıdır. Gerçek liderlik, sadece sözlerle değil, varlığıyla güven veren bir enerji alanı yaratabilmektir.