Topraktan ekmeğe, geleceğin tarımı

Tarih

Erim Onan, Sector Tarım’ın Yönetim Kurulu ile konuştu, Su krizi, sosyal sorumluluk, yerli üretim ve dijitalleşme gündemdeki sıcak konulardı.Tarım sektörü deyince çoğumuzun aklına hala traktörler, güneşin altında çalışan çiftçiler geliyor. Ama işin içine biraz daha girince bambaşka bir dünya çıkıyor karşımıza. Akıllı tarım teknolojileri, sosyal sorumluluk projeleri, su krizi, hatta savunma sanayi ile kıyaslamalar… Sector Tarım’ın Yönetim Kurulu Başkanı ve üyeleriyle bir araya geldik. Fuat Kunduracı, Fatih Kocaman ve Süleyman Terlemez ile geleceğin tarımını konuştuk.
Gelecekte Su Bulmak, Buğday Yetiştirmekten Daha Zor Olacak
Erim Onan:İklimler değişiyor, su kaynakları azalıyor. Tarım da bu krizden en çok etkilenen sektörlerden biri haline geldi. Fuat Bey, sahadaki durum nasıl?
Fuat Kunduracı: Durum gerçekten ciddi. Tarımda kullanılan su, Türkiye’nin toplam su rezervinin neredeyse %70’ine ulaştı. Ama işin kötüsü, hâlâ salma sulama gibi çok ilkel yöntemler kullanılıyor. Bu da su kaybı demek. Bugün hâlâ suyu verimli kullanamayan bölgeler var. Oysa damlama sulama, sensörlü sistemler gibi yeni teknolojilere geçmemiz gerekiyor. Bazı bölgelerde çiftçiler önce suya, sonra ürüne göre plan yapar hale geldi. Bu iyi bir gelişme. Ama yaygınlaşması için devletin daha fazla destek vermesi önemli.
Tarım da Sosyal Sorumluluk Sahipleniyor
Erim Onan:Eskiden sosyal sorumluluk deyince aklımıza sadece bir köye yardım göndermek gelirdi. Ama şimdi özellikle tarım firmaları bu işi daha kurumsal yapıyor gibi…
Fatih Kocaman:Kesinlikle öyle. Biz artık bu işe bir “vizyon” gözüyle bakıyoruz. Mesela ‘Akıllı Tarla’ diye bir projemiz var. Köyde yaşayan kadınlara, gençlere hem dijital tarımı öğretiyoruz hem de ekonomik olarak güçlenmelerine destek oluyoruz. Gıda israfını azaltmak, üretim süreçlerinde karbon ayak izini küçültmek, çevreye duyarlı üretimi yaygınlaştırmak gibi hedeflerimiz var. Eskiden “ürün sat, para kazan” anlayışı vardı. Artık o dönem bitti. Şimdi “üretirken doğaya, insana dokun” dönemi ön plana çıktı.
Yerli Üretim Sadece Bir Slogan Değil
Erim Onan:Yerli ve milli üretim tartışmalarını sadece siyasette değil, tarımda da sık duyar olduk. Gerçekten ne kadar önemli?
Süleyman Terlemez: Ciddi bir konu. Pandemiden bu yana herkes anladı ki, dışa bağımlıysan kırılgansın. Tohum, gübre, makine, ilaç… Bu alanlarda yerli üretim olmazsa, dışarıdan gelen en küçük kriz bile bizi sallıyor. Gençlerin tarıma ilgisini çekmenin en önemli yollarından biri de budur. Ar-Ge’ye yatırım yapacaksın, inovasyonu destekleyeceksin. Anadolu’nun kadim üretim bilgisini, modern teknolojiyle buluşturmalıyız. Bu, sadece ekonomik değil, aynı zamanda kültürel bir bağımsızlık meselesidir.
Yazının devamı sayfa 2’de
Tarım da Stratejik Bir Güç Olarak Görülmeli
Erim Onan:Tarım bazılarına göre savunma sanayi kadar stratejik. Abartı mı bu?
Fuat Kunduracı: Hiç abartı değil. Savunmada olduğu gibi tarımda da “kendi yediğini üretemezsen başkasına muhtaç olursun.” Gıdayı dışarıdan ithal ediyorsan, bir kriz anında ülke olarak zor durumda kalırsın. O yüzden nasıl savunma için yerli üretim şart diyorsak, tarımda da kendi tohumunu, kendi makineni üretmen gerekiyor. Üstelik tarım artık sadece “toprağı ekip biçmek” değil; sensörler, uydular, verilerle yönettiğin bir sektör oldu. Teknolojiyi kullanan kazançlı çıkacak.
Tarımda Kod Bilenler Kazanıyor
Erim Onan:Tarım dijitalleşiyor derken, ne kadar dijital gerçekten? Yani sahada bir şeyler değişiyor mu?
Fatih Kocaman:Epey değişti. Artık toprak sensörlerle ne zaman sulanmalı onu biliyoruz. Uydu görüntüleriyle hangi bölgede verim düşmüş anında görebiliyoruz. Tüm bu verileri anlamlandırmak için de yazılımcıya, veri analistine ihtiyaç doğdu. Şimdi tarımda “bilgisayar başında çalışan çiftçi” dönemi başlıyor. Gençler için dev bir fırsat bu. Artık şehre taşınmadan da büyük işler yapabilirler. Ama bunun için eğitim şart, staj imkânı şart. Sektör bunu yeni yeni kabulleniyor, ama potansiyel çok büyük.
Sosyal Medya Olmadan Tarım Olmaz mı Artık?
Erim Onan:Son bir sorum olacak, Tarım ve sosyal medya. Bu ikili yıllar önce yan yana gelmezdi ama şimdi oldukça iç içe. Sizin gözlemleriniz nedir?
Süleyman Terlemez: Artık çiftçiler traktöründen ziyade telefonunu yanından ayırmıyor diyebiliriz. Sosyal medya hem bilgiye erişimi kolaylaştırıyor hem de üreticinin görünür olmasını sağlıyor. Üretici hikâyeleri, iyi tarım uygulamaları, kampanyalar… Her şey oradan yayılıyor. Özellikle genç çiftçiler Instagram’dan teknik öğrendiği gibi, tarladaki başarısını da TikTok’ta paylaşıyor. Bu da sektörün hem imajını değiştiriyor hem de tüketiciyle bağını güçlendiriyor.
Erim Onan: Öncelikle ülkemiz adına tarıma yaptığınız yatırımlar adına sizlere teşekkür ederim. Bu görüşmeden sonra anlıyorum ki tarım, sadece geçmişin değil; teknolojisiyle, değişen kültürüyle geleceğin de sektörü. Kuraklık mı? Gıda krizi mi? Dijital dönüşüm mü? Hepsinin kalbinde “toprak” var.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Sosyal Medyada Paylaş

Popüler Yazılar

Bunları da sevebilirsiniz
Bunları da sevebilirsiniz

Bir kahve molasında satılan dostluklar

ChatGPT: İş hayatında insanı en çok yıpratan şey, uzun mesailer ya da düşük maaşlar değil; aynı hedef için omuz omuza çalıştığı bir arkadaşının bir gün sırtını dönmesidir. Çünkü ihanet, sadece bir güveni değil, insanın iç dengesini de yıkar. Kısa vadede kazandırıyor gibi görünse de, uzun vadede itibar kaybı kaçınılmazdır; zira iş dünyası küçük bir ekosistemdir ve “güvenilmez” damgası bir kez vuruldu mu silinmez. Üstelik ihanet sadece kurbanı değil, kurumu da zehirler: Güvenin olmadığı yerde cesaret, yaratıcılık ve bağlılık barınamaz. Adil ve şeffaf olmayan ortamlarda ihanet kök salar, sadakat ise susar. Oysa gerçek başarı, başkasının sırtına basarak değil, birlikte yükselerek kazanılır. Çünkü hiçbir unvan, dostluğu satmanın bıraktığı gölgeyi silemez; ihanet eden sonunda yalnız kalır, kazandığını sandığı her şeyin aslında kayıp olduğunu çok geç anlar. İş dünyasında en değerli sermaye ne para ne güçtür — güven ve itibardır, ve onu kaybeden gerçekte her şeyini kaybeder.

Kendimizi geçmek, Trafikteki araçları geçmek gibi değil

Hayatta başarıyı çoğu zaman yanlış tanımlıyoruz; sanki mesele, başkalarını sollayıp varış çizgisine önce ulaşmakmış gibi. Oysa hayat bir yarış pisti değil, sabırla geçilmesi gereken uzun bir trafik akışı ve bu trafikteki tek rakibimiz, dünkü halimiz. Toplum bize hep “daha hızlı, daha çok, daha önde ol” diyor ama asıl soru şu olmalı: “Ben bugün, dünün ben’inden daha mı iyiyim?” Kendini geçmek; büyük zaferler kazanmak değil, küçük alışkanlıkları dönüştürmektir — dün ertelediğini bugün yapabilmek, öfkelendiğin yerde susabilmek ya da kendine bir bardak su fazla içirebilmektir. Başkalarıyla kıyaslandığında sonuç hep huzursuzluk olur, çünkü bu yarışın sonu yoktur. Gerçek başarı, kendi gölgeni geçebildiğin o küçük ama anlamlı anlarda gizlidir. Çünkü insan, başkalarını değil, kendi sınırlarını aştığında özgürleşir.

Transpersonel liderlikte güven: Ruhsal bilinç ile kurulan ekipler

Transpersonel liderlik, liderliği yalnızca hedefler ve performansla sınırlamayıp, ekibin bilinç, ruhsal denge ve kolektif uyumunu da gözeten bir anlayıştır. Bu liderlik türü, çalışanları birer “kaynak” değil, potansiyelleri ve sezgileriyle bir bütün olarak görür. Uruguay eski başkanı Jose Mujica, mütevazı yaşam tarzı, şeffaflığı ve toplumsal faydayı merkeze alan yaklaşımıyla bu liderlik anlayışının canlı bir örneğidir. Transpersonel lider için güven, bir strateji değil, ruhsal bir sorumluluktur; çünkü güven, hem ekip enerjisinin hem de kolektif bilincin temelini oluşturur. Şirketlerde güvenli bir ortam yaratmak, çalışanların içsel motivasyonlarını, yaratıcılıklarını ve bağlılıklarını artırır. Ancak güven zedelendiğinde, liderin görevi hatalarını fark etmek, şeffaflıkla iletişim kurmak ve tutarlılıkla güveni yeniden inşa etmektir. Dürüstlük, empati, adalet ve bilinçli iletişim, transpersonel liderin en güçlü araçlarıdır. Gerçek liderlik, sadece sözlerle değil, varlığıyla güven veren bir enerji alanı yaratabilmektir.

Müşteri sadakati mi, maliyet mi? İade süreçlerinin marka imajına etkisi

Alışveriş artık yalnızca ürün almak değil, markayla kurulan ilişkinin bir parçası. Bu ilişkinin en kritik aşaması ise iade süreci. Çünkü iade, bir markanın müşterisine gerçekten ne kadar değer verdiğini gösteren sınavdır. Müşteri açısından kolay ve destekleyici bir iade süreci, güven ve sadakat duygusunu pekiştirirken; markalar için bu süreç, kısa vadede maliyet yaratsa da uzun vadede güçlü bir imaj ve sadık müşteri kitlesi kazandırır. Zorlaştırılan iade politikaları ise kaliteyi gölgede bırakır, olumsuz deneyimler hızla yayılır. Dolayısıyla asıl mesele “maliyet mi, sadakat mi?” değil; “bugünü mü kurtaracağız, geleceğe mi yatırım yapacağız?” sorusudur. Çünkü markalar bilir ki güven, iade sürecinde kazanılır ve bir kez kaybedildiğinde hiçbir reklam bütçesiyle geri alınamaz.