İyi Çalışanları Önemsemeyince neler olur?

Tarih

İş dünyasının hızına ve rekabetçi yapısına ayak uydurmaya çalışırken, birçok şirket, kısa vadeli hedefler ve mali kazanımlar için çalışanların refah ve sağlığını ikincil bir konuma itebilir. Ne var ki, bu yaklaşımın neden olduğu sorunlar hemen her zaman sadece finansal raporlarda değil; şirketin kültüründe, çalışanların morallerinde ve genel piyasa algısında ciddi hasarlara yol açar.
Kuruluşlar için en büyük gider kalemlerinden biri çalışan devir oranlarıdır. Çalışanların iyi oluşuna yeterince önem verilmemesi, onların şirkete bağlılığını ve karşılaştıkları zorluklara karşı dirençlerini azaltabilir. Sık çalışan değişikliği, şirketlerin sürekli yeni elemanları işe almak ve eğitmek zorunda kalması anlamına gelir. Bu durum, ciddi zaman ve mali kaynak sorunlarına yol açar ve işin kalitesine zarar verebilir. Ayrıca, deneyimli çalışanların kaybı, şirket bilgi birikiminin erimesi ve çalışma sürekliliğinin bozulması gibi sakıncaları da beraberinde getirir.
Verimlilik, bir işletmenin performansında belirleyici bir değerken, çalışan refahının yok sayılması neticesinde oldukça olumsuz bir tablo ile karşı karşıya kalınır. Motivasyon düşüklüğü, stres ve sağlığın bozulmasıyla doğrudan ilişkilendirilen düşük verimlilik, projelerdeki gecikmelere ve kalite sorunlarına neden olur. Bu ise, müşteri memnuniyetinde düşüşlere ve potansiyel müşteri kayıplarına yol açarak, işletmenin gelirlerini düşürebilir.
İhmal edilen çalışan sağlığı ve iyi oluşu, iş güvenliği sorunlarını da beraberinde getirir. Yorgun, stresli ve tükenmiş çalışanlar, kazalara ve sakarlıklara daha açık hale gelir. Bu durumlar, iş güvenliği ihlalleri ve olası yasal sonuçları ile sadece çalışanların sağlığını değil, şirketin finansal durumunu ve itibarını da riske atar.
Sağlık ve refah politikalarına yetersiz yatırım yapılmasının bir başka sonucu ise artan sağlık giderleridir. Fiziksel ve zihinsel baskı altındaki çalışanlar, daha sık hastalanabilir ve sağlık hizmetlerini daha çok kullanabilirler. Bu durum, şirketin sağlık sigortası primlerinin artmasına ve genel iş gücü verimliliğinin düşmesine yol açar.
Çalışanların mutsuzluğu ve şirket içi sorunlar sadece iç dünyada kalmaz; bu tür problemler, şirketin dışarıya yansıttığı itibarı da etkiler. Olumsuz çalışan yorumları ve deneyimler sosyal medya ve iş değerlendirme platformlarında hızla yayılır ve bu da şirketin yetenekli çalışanları çekme kapasitesine zarar verir. Ayrıca, mevcut ve potansiyel müşterilerle ilişkileri olumsuz etkileyebilir, çünkü müşteriler artık sadece ürün ve hizmetlerin kalitesine değil, aynı zamanda şirketin sosyal sorumluluk bilincine de önem veriyor.
Bunlarla birlikte, en yenilikçi ve yaratıcı fikirler genellikle, şirket kültürünün çalışanların katkılarına değer verdiği, onların psikolojik ve fiziksel iyi oluşlarını önemsediği ortamlarda filizlenir.
Refah ilkesini göz ardı eden bir yaklaşım, yaratıcılığı ve yenilik kabiliyetini de olumsuz etkiler, böylece şirketin pazarda rekabet edebilirliğini ve ayakta kalabilme yeteneğini azaltır.
Bu olumsuz senaryoları önlemek ve çalışan iyi oluşunu bir kurumsal öncelik haline getirmek için şirketler proaktif adımlar atmalıdır. Bu adımlar, esnek çalışma düzenlemeleri, daha demokratik ve katılımcı iş ortamları, sağlık ve wellness programları, sürekli öğrenme ve gelişim fırsatları ve güçlü bir şirket kültürünün teşviki gibi stratejiler içerebilir.
Özetle, çalışanların iyi oluşunu önemsemek sadece ahlaki bir imperative değil, aynı zamanda stratejik bir zorunluluktur. Uzun vadeli başarıyı hedefleyen işletmeler için, bu tarz yatırımlar hem marka değerini artırır hem de maliyetleri azaltır.
Özellikle günümüzde, bilgiye dayalı ekonomilerde ve yetenek savaşlarında, çalışan iyi oluşu, işletmelerin rekabet avantajını belirleyen temel bir unsur olarak ön plana çıkar.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Sosyal Medyada Paylaş

Popüler Yazılar

Bunları da sevebilirsiniz
Bunları da sevebilirsiniz

Vücudunuzu iyi tanıyor musunuz? Değerini biliyor musunuz onun?

Vücudumuzda pek çok organ vardır. Kalp, ciğer, böbrek v.s. Hepsi de önemli ve değerlidir. Özde bu organların hepsi et parçası olsa da hepsinin ayrı bir değeri vardır. Bu organların kimine irademiz ile yön verebilir, kimisine de veremeyiz.Tıpkı bir şirketin yönetim birimleri gibi. Her birim doğru çalıştığında şirkete yarar sağlayan bir organdır. Ama doğru çalıştığında! Dil de irademizle yön verebildiğimiz bir organdır. Nedir Dil? Bir et parçası. Dil’i kullanmak ise beyin ve akıl ister. Beyin de bir et parçasıdır aslında. Onu kullanma yeteneğine ise akıl denir. Dil ve dilin önemi ile ilgili pek çok atasözü ve deyim vardır Türkçe’de. "Dil mi güzel, dilber mi güzel?", “Dil’in kemiği yoktur.” v.s. Toplum olarak dilimizi doğru ve güzel kullanma konusunda çok kötüyüz. Doğru ve temiz Türkçe konuşma konusunda tam bir felaket olduğumuz bir gerçek. Özellikle 80’li yıllarda artan dezenformasyon günümüzde Nirvana’ya ulaştı. Bırakın temiz Türkçe konuşmayı, Türkçe konuşmayı beceremez olduk. Dilimizden, edebiyattan, zerafetten çok uzağız.Bir de işin öteki boyutu var. Güzel konuşmak. Düşünerek konuşmak. Lafını tartarak konuşmak.Bu konuda da felaketiz toplum olarak. Günlük yaşamın içinde sıkça görüyor bu. Sevgisizliğimiz konuşmamıza yansıyor. Şirketlerde de bu olay çokça var. Yöneticilerin çalışanlarla konuşurken kullandıkları dil çok önemli. Her çalışan faklı bir kültürdür çünkü. Yanlış kullanılan dil çalışanının psikolojisini ve verimliliğini olumsuz olarak etkileyebilir. Geçtiğimiz günlerde Cumhuriyetin 100. yılı şerefine piyanist ve besteci Fazıl Say tarafından bir marş yazıldı. 100. Yıl Marşı. Elbette ki bu eseri beğenen de beğenmeyen de oldu. Bu çok normal. Ama ortada bir gerçek vardı. Emek. Bu eserin yazımı için saatlerce, günlerce çalışıldı. Düşünüldü. Orkestra ve koro provaları yapıldı. Kayıt yapıldı. Her biri ayrı bir emekti. Ne yazık ki özellikle sosyal medyada bu eseri kötü bir dille eleştiren çok oldu. Düşünelim şimdi. Toplumumuzun en büyük eksikliklerinden biri nedir? Sevgisizlik. Bir insanı, dünya görüşünü, davranışlarını sevmeyebilirsiniz. Sevmek zorunda da değilsiniz. Ortaya koyduğu eseri de beğenmeyebilirsiniz. Bu çok normal. Peki emeğe saygısızlık nedir? Bu ülke en çok emeğe saygısızlıktan kaybetmiyor mu yıllardır? Çocuğunuz yıllarca üniversite okudu, yüksek lisans, master, doktora yaptı ama işsiz. Alanınızda uzmansınız, yurt dışı tecrübeniz var, çift yabancı diliniz var, ama iki kelimeyi yan yanagetiremeyen adam müdür. Tıp literatürüne geçmiş buluşlarınız, ameliyatlarınız var ama kendi ülkenizde ikinci sınıf vatandaş durumundasınız. Bunlar emeğe saygısızlık değil mi? Sevin birbirinizi. Saygı gösterin emeğe. Size yapılmasını istemediğiniz şeyi başkasına yapmayın. Güzel şeyler söylesin diliniz. Sevgisizlik en kötü şeydir.

Bir kahve molasında satılan dostluklar

ChatGPT: İş hayatında insanı en çok yıpratan şey, uzun mesailer ya da düşük maaşlar değil; aynı hedef için omuz omuza çalıştığı bir arkadaşının bir gün sırtını dönmesidir. Çünkü ihanet, sadece bir güveni değil, insanın iç dengesini de yıkar. Kısa vadede kazandırıyor gibi görünse de, uzun vadede itibar kaybı kaçınılmazdır; zira iş dünyası küçük bir ekosistemdir ve “güvenilmez” damgası bir kez vuruldu mu silinmez. Üstelik ihanet sadece kurbanı değil, kurumu da zehirler: Güvenin olmadığı yerde cesaret, yaratıcılık ve bağlılık barınamaz. Adil ve şeffaf olmayan ortamlarda ihanet kök salar, sadakat ise susar. Oysa gerçek başarı, başkasının sırtına basarak değil, birlikte yükselerek kazanılır. Çünkü hiçbir unvan, dostluğu satmanın bıraktığı gölgeyi silemez; ihanet eden sonunda yalnız kalır, kazandığını sandığı her şeyin aslında kayıp olduğunu çok geç anlar. İş dünyasında en değerli sermaye ne para ne güçtür — güven ve itibardır, ve onu kaybeden gerçekte her şeyini kaybeder.

Kendimizi geçmek, Trafikteki araçları geçmek gibi değil

Hayatta başarıyı çoğu zaman yanlış tanımlıyoruz; sanki mesele, başkalarını sollayıp varış çizgisine önce ulaşmakmış gibi. Oysa hayat bir yarış pisti değil, sabırla geçilmesi gereken uzun bir trafik akışı ve bu trafikteki tek rakibimiz, dünkü halimiz. Toplum bize hep “daha hızlı, daha çok, daha önde ol” diyor ama asıl soru şu olmalı: “Ben bugün, dünün ben’inden daha mı iyiyim?” Kendini geçmek; büyük zaferler kazanmak değil, küçük alışkanlıkları dönüştürmektir — dün ertelediğini bugün yapabilmek, öfkelendiğin yerde susabilmek ya da kendine bir bardak su fazla içirebilmektir. Başkalarıyla kıyaslandığında sonuç hep huzursuzluk olur, çünkü bu yarışın sonu yoktur. Gerçek başarı, kendi gölgeni geçebildiğin o küçük ama anlamlı anlarda gizlidir. Çünkü insan, başkalarını değil, kendi sınırlarını aştığında özgürleşir.

Transpersonel liderlikte güven: Ruhsal bilinç ile kurulan ekipler

Transpersonel liderlik, liderliği yalnızca hedefler ve performansla sınırlamayıp, ekibin bilinç, ruhsal denge ve kolektif uyumunu da gözeten bir anlayıştır. Bu liderlik türü, çalışanları birer “kaynak” değil, potansiyelleri ve sezgileriyle bir bütün olarak görür. Uruguay eski başkanı Jose Mujica, mütevazı yaşam tarzı, şeffaflığı ve toplumsal faydayı merkeze alan yaklaşımıyla bu liderlik anlayışının canlı bir örneğidir. Transpersonel lider için güven, bir strateji değil, ruhsal bir sorumluluktur; çünkü güven, hem ekip enerjisinin hem de kolektif bilincin temelini oluşturur. Şirketlerde güvenli bir ortam yaratmak, çalışanların içsel motivasyonlarını, yaratıcılıklarını ve bağlılıklarını artırır. Ancak güven zedelendiğinde, liderin görevi hatalarını fark etmek, şeffaflıkla iletişim kurmak ve tutarlılıkla güveni yeniden inşa etmektir. Dürüstlük, empati, adalet ve bilinçli iletişim, transpersonel liderin en güçlü araçlarıdır. Gerçek liderlik, sadece sözlerle değil, varlığıyla güven veren bir enerji alanı yaratabilmektir.