Gökyüzüne uzanan gökdelenlerin cam yüzeylerinde güneş ışığı parıldarken, içeride yaşanan dönüşümler çoğu zaman gölgede kalır. Tıpkı bir kelebeğin kozasını yırtıp çıktığında geride bıraktığı kabuğu gibi, insanlar da başarı merdivenlerini tırmanırken çoğu kez ruhlarından parçalar bırakırlar ardlarında. Ama kelebeğin aksine, bu dönüşüm her zaman güzelleşerek gerçekleşmez.
Modern çağın en acımasız paradokslarından biridir bu: İnsanlar kariyer basamaklarını çıktıkça, sanki insanlık basamaklarından inerler. Uzayıp giden unvanları, kısalan merhamet duyguları ile ters orantılıdır çoğu kez. Makam odalarının kapıları kalınlaştıkça, empati duvarları da kalınlaşır. Sanki başarı, ruhu kemiren görünmez bir asalak gibidir.
Metropolün keşmekeşinde, lüks restoranların kristal avizeleri altında sık sık rastlarız bu dönüşümün izlerine. Bir zamanlar otobüs kuyruklarında sabırla bekleyen insanlar, şimdi özel şoförlerinin bir dakika geç kalmasına tahammül edemez olur. Eskiden simit paylaşacak kadar mütevazı olanlar, artık en lüks mekanlarda bile beğendikleri yemeği bulamaz. Başarı sarmalında yükseldikçe, insanlık sarmalında alçalırlar.
Bu dönüşümün anatomisi karmaşık bir yapı sergiler. İlk aşamada, güç zehirlenmesi başlar. Tıpkı yüksek rakımlarda oksijen azlığından sarhoş olan dağcılar gibi, yüksek makamlarda da gerçeklik algısı bulanıklaşır. Etraftaki dalkavuklar ordusu, sürekli taktıkları pembe gözlüklerle dünyayı bambaşka gösterirler. Her “evet efendim” ile birlikte, gerçeklik biraz daha uzaklaşır.
İkinci aşamada, paranın yarattığı izolasyon başlar. Lüks rezidansların yüksek katları, özel kulüplerin steril ortamları, VIP salonların ayrıcalıklı dünyası… Her biri, gerçek hayattan kopuşun istasyonlarıdır adeta. Plazaların cilalı zeminlerinde yürürken, sokakların çamurunu unuturlar. Özel şoförlü arabaların içinden gördükleri şehir ile otobüs durağında bekleyen insanların gördüğü şehir bambaşkadır artık.
Üçüncü aşamada, rekabet virüsü ruhu kemirmeye başlar. Excel tablolarının soğuk hücrelerinde insanlık donar, performans grafiklerinin sivri köşelerinde merhamet törpülenir. “İnsan kaynakları” dedikleri şey, aslında insanın kaynak olmaktan çıkıp sadece kaynağa dönüşme hikayesidir. Verimlilik raporlarında, duygular için ayrılmış bir sütun yoktur ne de olsa.
Dijital çağın hız çılgınlığı da bu dönüşümü körükler. Saniyelerle yarışan borsacılar, çeyrek dilimlerle dans eden yöneticiler, yıllık hedeflerle boğuşan satış temsilcileri… Hepsinin ortak kaderidir zamanla yarış. Bu yarışta durup nefes almaya, bir sokak kedisini okşamaya, yağmuru izlemeye yer yoktur. Başarının soğuk rüzgarı, insanlığın sıcak közlerini söndürür usul usul.
Fakat her karanlık tablonun içinde, birkaç aydınlık çizgi bulunur mutlaka. Bazıları vardır ki, zirveye tırmanırken karakterlerinden ödün vermezler. Servetleri büyüdükçe gönülleri de büyür, makamları yükseldikçe tevazuları da yükselir. Onlar, başarının sarhoş edici şarabını yudumlarken ayıklıklarını korumayı başarırlar.
Bu istisnai örneklerin sırrı, belki de güçlü bir öz farkındalıkta gizlidir. Her akşam aynaya baktıklarında, sadece kravattaki düğümü değil, vicdanlarındaki düğümleri de kontrol ederler. Başarı sarhoşluğuna karşı, insanlık pusulasını daima yanlarında taşırlar. Yükseklerde uçarken, yerçekimini unutmazlar.
Belki de asıl soru şudur: Başarıyı nasıl tanımlıyoruz? Sadece yukarı çıkmak mı, yoksa çıkarken başkalarını da yukarı taşımak mı? Kariyer merdivenlerini tırmanırken kaç kişinin elinden tuttuk, kaç kişinin hayatına dokunduk, kaç gönül kapısını aralayabildik?
Zira başarının matematik denklemi eksiktir çoğu zaman. Artılar ve eksiler toplanırken, insanlıktan eksilenlerin hesabı tutulmaz. Oysa her “başarı hikayesi”nin görünmeyen sayfalarında, kaybedilen değerlerin, unutulan dostlukların, ihmal edilen ailelerin izleri vardır.
Modern zamanların en büyük yanılgısı, belki de başarıyı sadece dikey bir yükseliş olarak görmektir. Oysa gerçek başarı, yatay ve dikey çizgilerin uyumlu dansıdır. Yukarı çıkarken genişlemek, büyürken derinleşmek, güçlenirken incelmektir asıl marifet.
Her gece başımızı yastığa koyduğumuzda kendimize sormalıyız: Bugün biraz daha yükselirken, insanlığımızdan ne kadar fire verdik? Başarı basamaklarını çıkarken, merhamet basamaklarından kaç tane indik? Cüzdanımız şişerken, vicdanımız ne kadar inceldi?
Çünkü hayat, garip bir terazi gibidir. Bir kefesine koyduğunuz başarılar, diğer kefedeki insani değerleri hafifletebilir. Makam odalarının yüksek tavanları, alçakgönüllülüğün çatısını çökertebilir. Başarının göz kamaştıran ışıkları, vicdanın sesini kısabilir.
Belki de gerçek başarı, bu dengeyi koruyabilmektir. Yükseldikçe alçalmamak, güçlendikçe zayıflamamak, zenginleştikçe yoksullaşmamak… Zira hayatın sonunda yanımızda kalacak olan, ne makamlarımız ne de unvanlarımızdır; sadece ve sadece kim olduğumuz, ne kadar insan kalabildiğimizdir.
Karakter, yükseklikten baş dönmesi yaşamayan tek değerimizdir. Ve belki de en büyük başarı, o baş döndürücü yüksekliklerde bile pusulasını şaşırmayan bir kalbe sahip olabilmektir.
Tarih