Bursa Selçukhatun mahallesindeki zemin kat apartman dairesinde telefon acı acı çaldığı sırada oturma odasındaki saatli maarif takvimi 12 Eylül 1980 tarihini, holdeki kilise çanı sesli, kocaman saat ise sabahın beşini gösteriyordu.
Arayan ailenin en politik şahsiyeti durumundaki yaşlı enişte, telefonu açan evin reisine ihtilal haberi veriyor, muhtemelen aynı saatlerde TRT Ankara stüdyolarında bir arşiv memuru, telaş içinde tozlu raflarda Hasan Mutlucan ‘ın ‘’ Yine de Şahlanıyor Aman ‘’ türküsünün bandını arıyordu.
Henüz dokuz yaşındaki misafir çocuk uykulu gözlerle telefonun başına toplanan ev ahalisine bakıyor, ihtilal kelimesinin ne anlama geldiğini düşünüyordu.
Savaş gibi kavga gibi bir şeydi herhalde ihtilal.
Telefon kapandığında ailenin yaşlı hacı dedesi ‘’şimdi ne olacak ? ‘’ diye sordu. Evin reisi endişeli ama kendinden emin bir ses tonuyla cevap verdi;
‘’1960 ‘ da ne olduysa aynısı olacak ‘’Bu cevabın ne anlama geldiğini çok uzun yıllar sonra anlayacaktı küçük çocuk.
Aslında ülkede olan bitenin büyük ölçüde farkındaydı. Oturdukları küçük Anadolu şehrinde, mahallenin eskiden birlikte top oynayan, sağlık kolejindeki öğrenci kızlara mektup zarfı içeresinde sigara, kurutulmuş çiçek ve Orhan Gencebay kasetleri gönderen ağabeyleri son zamanlarda taşlı sopalı kavga eder olmuşlardı. Çocuk bir keresinde okuldan dönerken büyük bir kavganın ortasında kalmış, belinden gerçek bir silah çeken bıyıklı abiyi uzaktan gördüğünde korkudan sapsarı bir yüzle zor atmıştı kendisini oturdukları iki katlı apartmanın demir kapısından içeri. Bir de babasının evdeki siyah beyaz Grundig marka televizyonda izlediği ‘’Ajans ‘’ sırasında silahlı kişilerce taranan kahvehanelerden , üniversite eylemlerinden ve anlamını tam olarak bilemediği faili meçhul cinayetlerden bahseden haberler çıkıyordu neredeyse her akşam
Anlamını ve sonuçlarını çok yıllar sonra okuyacağı kitaplardan öğreneceği ihtilalin sabahında sokağa çıkma yasağı kavramı ile ilk kez tanışan küçük çocuk, elinde evirip çevirdiği Kemalettin Tuğcu romanı, aklında yazdan kalma ada hatıraları ile bahçe manzaralı sedire kıvrılmış yatarken daha birkaç gün önce döndüğü ve bütün yaz tatilini geçirdiği Bozcaada’yı düşünüyordu.
Ne güzeldi Bozcaada ve ne güzeldi tatil. Bir çocuk için bundan güzel bir tatil mekânı olamazdı herhalde. Sabahları erkenden kalkıyor, keçi peyniri, domates , köy yumurtası ve taze sıkılmış üzüm suyu ile kahvaltısını edip sokağa fırlıyordu.
Çok sabah önce Kaynakçı Mustafa ‘nın küçük dükkanına uğruyor, eski bisikletinin atan zincirini ya da bozulan dinamosunu tamir ettiriyordu. Ondan sonra ya adanın çocukları ile sokaklarda koşturuyor veya manifaturacı Rafet ‘in yanında çıraklığa gidiyordu. En keyifli zamanları Rafet abinin dükkânı kısa sürede de olsa kendisine bırakıp gittiği anlardı. Kendisini patron gibi hissediyor, hele bu arada adanın kadınlarından birisine iki çile yün ya da birkaç naylon çorap satabilirse keyiften dört köşe oluyordu.
O zamanlar adada yaşayan aşağı yukarı 1500 kişinin neredeyse üçte ikisi Rum ‘du. Ülkedeki bütün kavga gürültüye rağmen her şeyden uzak, izole, sessiz, huzurlu, mutlu bambaşka bir yerdi Bozcaada.
Kimsenin bırakın sağcı solcu olmayı, bariz dini, milli ve kültürel farklara bile aldırdığı yoktu. Rumların temmuz ayındaki bayramında hep beraber Ayazma ‘da yemekler yenir şarkılar söylenir, Müslümanların bayram namazı çıkışında Rum ahali cami kapısında bekleyip Türk arkadaşlarıyla bayramlaşmak için sıraya girerdi.
Küçük çocuk babasının en iyi arkadaşları meyhaneci Vasil amcasıyla, Üzüm tüccarı Sotir amcasını ve onların ölen yakınları için her daim yasta olduklarından sürekli siyah giyen madamlarını (eşlerini ) aileden biri gibi görür komik bulduğu Türkçe’lerine ve diğer bütün farklılıklarına aldırmadan severdi. Hele bazı sabahlar, adada ‘’ Pır Pır ‘’ denilen küçük traktörüyle onu bağa götüren Nikola amcanın ve onun akça pakça güzel kızı Popi ablanın yeri bambaşkaydı gözünde.
Nikola işçilerin bağdan kesip küfelerle ağaç gölgesine taşıdıkları üzüm salkımlarını bir sanatçı edasıyla kasaya dizer, üzerini paket kağıdıyla sarar, iple bağlardı. Ama ne çare okuma yazması olmadığından sıra kasanın üzerine üzümün cinsini ve kendi kooperatif numarasını yazmaya geldiğinde zorlanırdı. Küçük çocuk bağa gittiği günlerde büyük ciddiyetle bu işi üstlenir ve en güzel yazısıyla süslerdi Nikola ‘nın üzüm Sandıklarını.
Pazar sabahları Ezan sesiyle kilise çanlarının birbirine karıştığı dostluğun kardeşliğin alabildiğince yaşandığı, dinine, milliyetine bakmadan herkesin herkese saygı , hürmet gösterdiği cennet köşesi Bozcaada ‘dan nasıl , ne şekilde, kimlerin hangi iğrenç hesaplarıyla kardeşin kardeşe düştüğü , gencecik insanların belki de anlamını bile bilmedikleri ideolojiler uğruna birbirlerini öldürdüğü yokluğun , yoksulluğun yanına hapislik , ayrılık acılarının konduğu ve en nihayetinde askeri darbe koşulları altında ezilerek ,değerlerini ve birbirinden değerli beyinlerini yitiren Türkiye ‘ye nasıl gelindiğini çok uzun yıllar düşündü küçük çocuk; ve Bosna’da, Irak ‘da , Filistin ‘de, Suriye ‘de, Arakan ‘da yada güzelim memleketinin her hangi bir köşesinde ne zaman bir savaş, bir zulüm görse Hep 1980 yazının Bozcaada’sını özledi umutsuzca….
12 EYLÜL BİR HAZAN YAPRAĞI…
Tarih