Doğum günüydü adamın, neredeyse yarım asıra yaklaşıyordu yaşı. Gece yarısına doğru bilgisayar başına oturmuş, bilimum dijital mecralar yoluyla eşten dosttan gelen nazik kutlama mesajlarını teker teker cevaplarken bir an durup düşündü.
Çocukluk ve ilk gençlik yıllarında şu an bulunduğu yaşta bir adamla tanıştığında, “Amca yaşını başını almış, işi bitirmiş, uzatmaları oynamaya başlamış” diye düşündüğünü hatırladı ve kulakları kızardı bu çocukça düşüncenin utancıyla.
Oysa daha ne çok hayali, umudu, isteyip de yapamadığı ve “Önümde daha çok zaman var” diyerek ertelediği şey olduğunu hatırladı. Şöyle bir irkildi ve kalktı oturduğu koltuktan. Balkona doğru ilerledi. İş seyahati nedeniyle konakladığı otelin ışıklı havuzunu seyre dalarken bir yandan da şöyle bir hızla düşündü geçen zamanı, film şeridi tadında; unutulmaz çocukluk yılları, gariban ama mutlu öğrencilik zamanları, ilk aşk, ilk ayrılık, gidilen uzun yollar, kaybedilen yakınlar, kazanılan arkadaşlar, çalışılan işler, yine aşk, evlilik, çocuklar, yine gidilen uzun yollar ve bu yollardaki sayısız kavşaklar, yol ayrımlarında verilen kararlar, verilemediği için pişman olunan kararlar, atlatılan sayısız vartalar, yeni arkadaşlar ve sayısız arkadaşın içinden seçilmiş yürekte yer eden kardeşler, dostlar.
“Ne çok yaşanmışlık birikmiş zihnimde,” diye düşündü bu kez adam. Böyle düşündüğünde, “Oyun bitti mi acaba gerçekten?” diye de içinden geçirmeden edemedi bir anlık geç kalmışlık telaşıyla.
İçeri girdi tekrar, hafif serindi dışarısı, ürpermişti. Otel yönetiminin jest olarak gönderdiği küçük pastadan ince bir dilim kesti ve bir çatal aldı. Ağzına dolan güzel tadında yarattığı coşkuyla; “Yok canım, olur mu?” dedi yüreği yüksek sesle aklına. “Oyun biter mi? Daha yapacak çok iş var hayatta.”
Hâlâ geliştirilmesi gereken bir kariyer, yetiştirilmesi, örnek olunması gereken genç iş arkadaşları, gidilecek yeni uzun yollar, mezuniyet törenleri, emekli olurken verilecek veda yemekleri, yapılacak düğünler, büyütülecek torunlar, yaşına başına bakılmaksızın çıkılacak, sonra da “Çok yoruldum bu sefer, yaşlandım mı ne?” diye dostlara tatlı tatlı anlatılacak seyahatler ve yine, yeni, yeniden uzun yollar.
Tekrar bilgisayarın başına oturdu adam, bir yandan da telefonunda yüklü müzik programından ruh haline uygun bir şarkı seçti usulca. “Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler,” diyordu fonda Sezen Aksu. Kaybolan yılları düşündü adam tekrar amansızca. Hayat muhasebesi zor bir işti şüphesiz, klasik cari hesap mantığıyla çalışmıyordu. Bazı borç ve alacakların üzerine sünger çekiliyordu sonsuza dek. Bir de “Affet ama unutma” modeline geçmek insanın kendi bireysel mutluluğu için en doğrusu diye düşündü adam.
“Neyse ki şanslıyım, güzel bir aile, bir sürü dost ve bu dostların başrolünde olduğu sayısız keyifli anı biriktirmişim hayatımda,” diye geçirmeden edemedi içinden.
“İnsanoğlu gerçekten ne garip mahluk,” diye düşündü sonra, bir Fransız atasözünde dediği gibi, “Hayatın ilk yarısı ikincisinin beklentisiyle geçiyor, ikinci yarısı ilkinin pişmanlığıyla nihayete eriyordu.”
Hemen arkasından birkaç gün önce sosyal medyada bir arkadaşının paylaştığı Amerikalı yazar ve televizyoncu Tom Bodett’in çok hoşuna giden sözünü hatırladı. “Okul ile hayat arasındaki fark şudur: Okulda önce dersleri alır sonra sınava tabi tutulursunuz, hayat ise önce sınavı yapar dersinizi sonra alırsınız.”
“Ne kadar doğru ve anlamlı ifadeler,” diye düşündü adam ve hayran oldu bu cümleleri kuran bilge insanlara. Gerçekten hayat, yaş, mevki, zaman, mekân tanımadan insana hep bilmediği yerden soran sıfırcı hocalar gibiydi.
Usul usul yatağa uzandı adam, yarının ve sonraki günlerin zorlu sınavlarına hazırlanmak için biraz uyumalıydı. Gece boyu yaşadığı çelişkilere kısa bir özet olarak, “Nefes aldığı kadar mücadele etmeli insan,” diyerek bir sünger çekti. Alınacak nefes varsa bir sonraki doğum gününde kim bilir nerede, hangi otel odasında tekrar düşünmek üzere bir yıl ara verdi bu amansız hayat muhasebesine…
Doğum Günüm Kutlu Olsun
Tarih