Yaşamımızda Negatif Duygu ve Düşüncelere Yer Yok Mu?İyimser Olma Baskısı Üzerine…

Tarih

Olumlu düşünmek, olumlu yaşamak güzel. Buna hepimizin ihtiyacı var. Ancak iyimser olmanın bilinçaltımızı, farkında olmadığımız bazı frekansları etkilediği ve istediğimize ulaşmakta ve kötü olasılıkları uzaklaştırmada çok belirleyici olduğu ve bu iddianın yarattığı sürekli olumlu olma çabası üzerinde birlikte düşünelim.
Yeni nesil kişisel gelişim yaklaşımlarının çoğunda vurgulanan ve etkileri epeyce abartılan bu “iyimser olmanın gücü” bir yanılgı mı, bir mucize mi, yoksa kendimize veya başkasına uyguladığımız yeni moda bir mobbing mi? “İyi düşün iyi olsun” mottosu gerçekten işe yarıyor mı?
Her gün aklımızdan on binlerce düşünce geçiyor. Bunların küçük bir kısmı konuşup, ifade ettiğimiz, ifade etmesek de organize ve derli toplu düşünceler. Büyük bir kısmı ise saliseler içinde uğrayıp geçen kimi belirgin kimi karmaşık, kimi geçmişte kimi gelecekte, kimi olumlu kimi olumsuz olan otomatik düşünceler. Ve onların berberinde gelen çeşit çeşit duygu…
Olumlu düşünceleri keyifle deneyimlerken olumsuz olanların defedilmesi gerektiğine koşullanmış durumdayız. Bu istek yerine gelmediği gibi, kovmaya çalıştığımız kötü içerik kovaladıkça geri gelen sinir bozucu bir karasinek gibi bize musallat oluyor.
Sürekli olumlu düşünme gayreti ile ilgili sorun nerelerde?
Harvard’da yapılan bir araştırmada, beyaz renkli ayıları düşünmemeleri istenen katılımcıların, söylenileni yapmada zorlandıkları görüldü.
Olumlu düşünmeye çabalayıp durmak aklımızdan geçenlerle sürekli didişmemize neden oluyor. Adeta duygu ve düşünce dünyamızda bir iç savaş çıkıyor.
Bir şeyin olumsuz ve riskli yanını dile getirdiğimizde çevremiz tarafından yargılanmaya ve “kötümser” diye etiketlenmeye başlıyoruz. Özellikle iş yerinde gerçekleri dile getirmememizi sağlayan bir tür mobbing aracına dönüşebiliyor bu durum.
Düşünceler karar vermeyle yönlendirip değiştirilebilen şeyler olmadığını unuttuğumuzda ısrarcı bir tutumla çare bulalım derken çaresizliğe sürükleniyoruz.
Başımıza olumsuz şeyler geldiğinde bunlara düşüncelerimizin neden olduğunu düşünüyor ve olayın sıkıntısına bir de kendimizi suçlamayı eklemiş oluyoruz.
Peki ne yapalım?
Negatifi kötü görmenin negatifi arttırdığını hatırlayalım her şeyden önce. Olumsuz düşünce ve duygulara da yer açalım. Kabul edelim ki onlar da yaşamın bir parçası ve biz istesek de istemesek de daima var olacaklar.
Yardımcı olabilecek başka hangi ipuçları var, derseniz?
Düşünceyi ve duyguyu etiketle.
Davranış bilimcilere göre duyguyu ve düşünceyi tanımak ve ona ad vermek üzerindeki baskıyı azaltıyor ve onunla kurduğumuz ilişkiyi değiştiriyor. Edilgenlik durumundan onun gözlemcisi durumuna geliyorum.
Ona bir etiket verin. Şu anda bu konuyla ilgili …… düşünüyorum ve ……. hissediyorum.
Düşünceye “düşünce” de.
Örneğin; düşünceniz işten atılma ihtimalinizle ilgili olsun.
“İşten atılabilirim” yerine “İşten atılma ihtimali ile ilgili bir düşünce geldi” veya “işten atılma ihtimalini düşünüyorum” demek arasında çok önemli bir fark var. İlk cümle bir gerçeği yansıtıyor gibi görünüyor, diğeri ise aklıma gelen binlerce düşünceden birini. İkinci şekilde söylediğimde onun tıpkı diğer düşünceler gibi gelip geçici olduğunu ve doğruluğu kanıtlanmış bir gerçek olmadığını da belirlemiş oluyorum. Böyle söyleyince düşünen kişi değil düşünceye dışarıdan gözlemci biri oluyorum.
Düşüncenin doğruluk değerini araştır.
Her düşünce kendisini bir gerçek gibi ortaya koyuyor. Oysa söyledikleri çoğu zaman gerçekliği yansıtmıyor. Ona sorular sorun.
“Bu konu hakkında söylenebilecek tek şey bu mu?”
“Başka biri bu konuda başka türlü düşünebilir mi?”
“Bu düşüncenin doğruluk değerine 10 üzerinden kaç puan veririm.”
Ne bastır ne de sürüklen.
Gelen duyguyu yok saymaya çalışmak kadar onu benimseyip peşine takılmak da doğru bir strateji değil. İç sesine fazla kulak asmak, değerlerimizle ve realiteyle aramızı bozuyor. Bunu fark etmek yeniden dengeye gelmek için bir fırsat yaratıyor.
Çapa cümlesi belirle.
Dengeden çıktığımızı yakaladığımızda kendimizi yeniden hizaya getirecek bir çapa belirleyebiliriz. Örneğin şöylesi cümleler bize rotamızı hatırlatır:
“Bu düşüncenin de diğerleri gibi gelip geçici olduğunu biliyorum.”
“Konuyla ilgili başka düşüncelerim de var.”
“Şimdi böyle düşünüyorum ama bu değişebilir.”
Tetikleyicilerini keşfet.
Olumsuz düşünceler bazı ortamlarda, bazı kişilerle veya bazı zamanlarda belirginleşiyor olabilir. Bunu fark etmek zordur ama biraz gözlemle ortaya çıkarılabilir. Örneğin işten atılmakla ilgili düşünceniz bir önceki toplantıda müdürünüzün yaptığınız raporu değerlendirirken takındığı yüz ifadesi olduğunu anlarsanız, bu ifadenin size anlattığı hikâye ile olası gerçekler arasında fark olabileceğini düşünün. Zihnimiz belli bir inancı doğrulamak için kanıtlar toplayıp kendini doğrulamaya çalışsa da bu kanıtlar çoğunlukla sahtedir.
Zaman tanı. Egzersiz yap.
Düşünce ve duyguları kabul etmek, etiketlemek, onlardan sakınma alışkanlığını bırakmak zaman ve tekrarlarla mümkün olur. Size sıkıntı veren bir düşünceyi seçip onun üzerinde farkındalık çalışmaları yapabilirsiniz. Ara sıra bocalamalarınız olacak. Düşünmek de bir alışkanlıktır ve bu alışkanlığın değişmesi için kendinize zaman tanıyın.
Israrcı olmamız gereken şey düşüncenin içeriğini değiştirmek değil onu gözlemleme becerisini kazanmaya çalışmak olsun.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Sosyal Medyada Paylaş

Popüler Yazılar

Bunları da sevebilirsiniz
Bunları da sevebilirsiniz

Vücudunuzu iyi tanıyor musunuz? Değerini biliyor musunuz onun?

Vücudumuzda pek çok organ vardır. Kalp, ciğer, böbrek v.s. Hepsi de önemli ve değerlidir. Özde bu organların hepsi et parçası olsa da hepsinin ayrı bir değeri vardır. Bu organların kimine irademiz ile yön verebilir, kimisine de veremeyiz.Tıpkı bir şirketin yönetim birimleri gibi. Her birim doğru çalıştığında şirkete yarar sağlayan bir organdır. Ama doğru çalıştığında! Dil de irademizle yön verebildiğimiz bir organdır. Nedir Dil? Bir et parçası. Dil’i kullanmak ise beyin ve akıl ister. Beyin de bir et parçasıdır aslında. Onu kullanma yeteneğine ise akıl denir. Dil ve dilin önemi ile ilgili pek çok atasözü ve deyim vardır Türkçe’de. "Dil mi güzel, dilber mi güzel?", “Dil’in kemiği yoktur.” v.s. Toplum olarak dilimizi doğru ve güzel kullanma konusunda çok kötüyüz. Doğru ve temiz Türkçe konuşma konusunda tam bir felaket olduğumuz bir gerçek. Özellikle 80’li yıllarda artan dezenformasyon günümüzde Nirvana’ya ulaştı. Bırakın temiz Türkçe konuşmayı, Türkçe konuşmayı beceremez olduk. Dilimizden, edebiyattan, zerafetten çok uzağız.Bir de işin öteki boyutu var. Güzel konuşmak. Düşünerek konuşmak. Lafını tartarak konuşmak.Bu konuda da felaketiz toplum olarak. Günlük yaşamın içinde sıkça görüyor bu. Sevgisizliğimiz konuşmamıza yansıyor. Şirketlerde de bu olay çokça var. Yöneticilerin çalışanlarla konuşurken kullandıkları dil çok önemli. Her çalışan faklı bir kültürdür çünkü. Yanlış kullanılan dil çalışanının psikolojisini ve verimliliğini olumsuz olarak etkileyebilir. Geçtiğimiz günlerde Cumhuriyetin 100. yılı şerefine piyanist ve besteci Fazıl Say tarafından bir marş yazıldı. 100. Yıl Marşı. Elbette ki bu eseri beğenen de beğenmeyen de oldu. Bu çok normal. Ama ortada bir gerçek vardı. Emek. Bu eserin yazımı için saatlerce, günlerce çalışıldı. Düşünüldü. Orkestra ve koro provaları yapıldı. Kayıt yapıldı. Her biri ayrı bir emekti. Ne yazık ki özellikle sosyal medyada bu eseri kötü bir dille eleştiren çok oldu. Düşünelim şimdi. Toplumumuzun en büyük eksikliklerinden biri nedir? Sevgisizlik. Bir insanı, dünya görüşünü, davranışlarını sevmeyebilirsiniz. Sevmek zorunda da değilsiniz. Ortaya koyduğu eseri de beğenmeyebilirsiniz. Bu çok normal. Peki emeğe saygısızlık nedir? Bu ülke en çok emeğe saygısızlıktan kaybetmiyor mu yıllardır? Çocuğunuz yıllarca üniversite okudu, yüksek lisans, master, doktora yaptı ama işsiz. Alanınızda uzmansınız, yurt dışı tecrübeniz var, çift yabancı diliniz var, ama iki kelimeyi yan yanagetiremeyen adam müdür. Tıp literatürüne geçmiş buluşlarınız, ameliyatlarınız var ama kendi ülkenizde ikinci sınıf vatandaş durumundasınız. Bunlar emeğe saygısızlık değil mi? Sevin birbirinizi. Saygı gösterin emeğe. Size yapılmasını istemediğiniz şeyi başkasına yapmayın. Güzel şeyler söylesin diliniz. Sevgisizlik en kötü şeydir.

Bir kahve molasında satılan dostluklar

ChatGPT: İş hayatında insanı en çok yıpratan şey, uzun mesailer ya da düşük maaşlar değil; aynı hedef için omuz omuza çalıştığı bir arkadaşının bir gün sırtını dönmesidir. Çünkü ihanet, sadece bir güveni değil, insanın iç dengesini de yıkar. Kısa vadede kazandırıyor gibi görünse de, uzun vadede itibar kaybı kaçınılmazdır; zira iş dünyası küçük bir ekosistemdir ve “güvenilmez” damgası bir kez vuruldu mu silinmez. Üstelik ihanet sadece kurbanı değil, kurumu da zehirler: Güvenin olmadığı yerde cesaret, yaratıcılık ve bağlılık barınamaz. Adil ve şeffaf olmayan ortamlarda ihanet kök salar, sadakat ise susar. Oysa gerçek başarı, başkasının sırtına basarak değil, birlikte yükselerek kazanılır. Çünkü hiçbir unvan, dostluğu satmanın bıraktığı gölgeyi silemez; ihanet eden sonunda yalnız kalır, kazandığını sandığı her şeyin aslında kayıp olduğunu çok geç anlar. İş dünyasında en değerli sermaye ne para ne güçtür — güven ve itibardır, ve onu kaybeden gerçekte her şeyini kaybeder.

Kendimizi geçmek, Trafikteki araçları geçmek gibi değil

Hayatta başarıyı çoğu zaman yanlış tanımlıyoruz; sanki mesele, başkalarını sollayıp varış çizgisine önce ulaşmakmış gibi. Oysa hayat bir yarış pisti değil, sabırla geçilmesi gereken uzun bir trafik akışı ve bu trafikteki tek rakibimiz, dünkü halimiz. Toplum bize hep “daha hızlı, daha çok, daha önde ol” diyor ama asıl soru şu olmalı: “Ben bugün, dünün ben’inden daha mı iyiyim?” Kendini geçmek; büyük zaferler kazanmak değil, küçük alışkanlıkları dönüştürmektir — dün ertelediğini bugün yapabilmek, öfkelendiğin yerde susabilmek ya da kendine bir bardak su fazla içirebilmektir. Başkalarıyla kıyaslandığında sonuç hep huzursuzluk olur, çünkü bu yarışın sonu yoktur. Gerçek başarı, kendi gölgeni geçebildiğin o küçük ama anlamlı anlarda gizlidir. Çünkü insan, başkalarını değil, kendi sınırlarını aştığında özgürleşir.

Transpersonel liderlikte güven: Ruhsal bilinç ile kurulan ekipler

Transpersonel liderlik, liderliği yalnızca hedefler ve performansla sınırlamayıp, ekibin bilinç, ruhsal denge ve kolektif uyumunu da gözeten bir anlayıştır. Bu liderlik türü, çalışanları birer “kaynak” değil, potansiyelleri ve sezgileriyle bir bütün olarak görür. Uruguay eski başkanı Jose Mujica, mütevazı yaşam tarzı, şeffaflığı ve toplumsal faydayı merkeze alan yaklaşımıyla bu liderlik anlayışının canlı bir örneğidir. Transpersonel lider için güven, bir strateji değil, ruhsal bir sorumluluktur; çünkü güven, hem ekip enerjisinin hem de kolektif bilincin temelini oluşturur. Şirketlerde güvenli bir ortam yaratmak, çalışanların içsel motivasyonlarını, yaratıcılıklarını ve bağlılıklarını artırır. Ancak güven zedelendiğinde, liderin görevi hatalarını fark etmek, şeffaflıkla iletişim kurmak ve tutarlılıkla güveni yeniden inşa etmektir. Dürüstlük, empati, adalet ve bilinçli iletişim, transpersonel liderin en güçlü araçlarıdır. Gerçek liderlik, sadece sözlerle değil, varlığıyla güven veren bir enerji alanı yaratabilmektir.